Her yıl 13 Mayıs’ta kutladığımız Türk Dil Bayramı, sadece bir takvim yaprağından ibaret değil; bir milletin diline, kimliğine ve geçmişine sahip çıkma çağrısıdır. 1277 yılında Karamanoğlu Mehmet Bey’in “Bundan sonra divanda, dergâhta, bargâhta, mecliste ve meydanda Türkçeden başka dil kullanılmayacaktır” diyerek yayımladığı ferman, sadece bir yönetim emri değil, bir kültür manifestosudur. O günden bu yana yedi buçuk asır geçti. Ne yazık ki bugün geldiğimiz noktada, bu uyarının ne kadar yerinde olduğunu çok daha iyi anlıyoruz.
Çevremize bir bakalım. Sokak tabelalarına, mağaza isimlerine, reklam afişlerine göz gezdirelim. “Coffee Point”, “Beauty Lounge”, “Kids Fashion”, “Barber’s Club” gibi adlarla karşılaşmak artık sıradan hale geldi. Türkçenin yerini alan bu kelimeler, yalnızca dış görünüşü değil, düşünceyi de etkiliyor. Üstelik sadece ticari alanlarla sınırlı değil bu durum. Sosyal medya, reklam dili, hatta resmi kurumların isimlendirmelerinde bile Türkçe geri planda kalmış durumda. Dilin estetiği, ahengi ve köklü geçmişi, yabancılaşma uğruna göz ardı ediliyor.
Daha da endişe verici olan, yalnızca kelimelerin değil, artık cümle yapılarımızın da yabancılaşması. Günlük konuşmalarda “feedback vereyim”, “meeting’e girdim”, “deadline’a yetişemedim” gibi melez ifadeler sıradanlaştı. Özellikle genç kuşak arasında bu tür kullanım, modern görünmenin bir parçası gibi algılanıyor. Oysa bu bir gelişmişlik değil; bir çözülüş işaretidir. Dilin doğallığı bozuldukça, düşünce de netliğini kaybeder. Çünkü dil, sadece iletişim aracı değil, düşüncenin ta kendisidir.
Dili bozulan bir millet, düşüncesini de sağlıklı kuramaz. Netlik yerini bulanıklığa bırakır, derinlik yerini yüzeyselliğe… Düşünce yüzeyselleştikçe kültür sığlaşır. Ve biz fark etmeden, kendi kültürümüzün yerine başkalarının kültürünü tüketmeye başlarız. Unutmayalım, her kelime yalnızca bir anlam değil; bir geçmiş, bir yaşam biçimi ve bir dünya görüşü taşır. Türkçenin yerine geçen her yabancı kelime, bizden bir parça koparıp götürür. Bu sessiz erozyonun farkına varmazsak, bir gün kendi kültürümüzü müzelerde ya da yabancı kitaplarda tanımaya çalışır hale geliriz.
Peki bu gidişata karşı ne yapmalı?
Öncelikle, artık dil konusunda “farkındalık”tan fazlasına ihtiyacımız var. Bir bilinç seferberliği şart. Bunun da somut adımı, acilen çıkarılması gereken Türkçeyi Koruma Kanunudur. Bu kanunla:
Tabela ve işletme adlarında Türkçe kullanımı zorunlu hale getirilmeli, yabancı dildeki isimlere sınırlama getirilmelidir.
Medyada ve dijital platformlarda Türkçenin doğru ve etkili kullanımı teşvik edilmeli, özensiz kullanımlara karşı denetim artırılmalıdır.
Eğitim müfredatında Türkçenin tarihi, yapısı ve estetik değeri vurgulanmalı, öğrenciler sadece dilbilgisiyle değil; dil sevgisiyle de buluşturulmalıdır.
Kamu kurumları başta olmak üzere tüm resmi yazışmalar ve duyurular sade ve anlaşılır Türkçeyle yapılmalıdır.
Toplumsal bir kampanyayla, özentiyle dilini terk eden birey değil, diline sahip çıkan birey saygın görülmelidir.
Dilimize sahip çıkmak, kültürümüze, tarihe ve geleceğe sahip çıkmaktır. Bu bir nostalji değil; bir var oluş meselesidir. Karamanoğlu Mehmet Bey’in yedi asır önce yaptığı çağrı hâlâ geçerlidir. Türkçeye sahip çıkmak, sadece bir bayramda kutlanacak bir şey değil; her gün gösterilmesi gereken bir duruştur.