Doğup büyüdüğüm yer tipik bir Anadolu kasabasıydı.
Ekonominin lokomotifi tarımdı. İş insanı dendiğinde aklımıza iki grup geliyordu. İlki tarımsal üretimi değerlendirenler; yani köylünün ürettiği sütü işleyen mandıracılar, tahıl ticareti yapan zahireciler ve değirmenciler… İkincisi ise kent merkezinde köylülere yönelik ürün satan mağazaların sahibi tüccarlar…
İşte tam bu yıllarda birkaç kardeş, babalarının 35 metrekarelik dükkanında mobilya ticareti yapmaya başladı. Önceleri İnegöl ve Ankara’dan aldıkları mobilyaları satıyorlardı. Sonra küçük bir atölyede çekyat üretmeye başladılar.
Çekyat üreten birçok marangoz vardı. Ancak bu gençler diğerlerinden farklıydı. Sipariş üzerine üretmiyorlar, ürettiklerini satmaya çalışıyorlardı. Sipariş edilmemiş ürünü satmaya çalıştıkları için kısa sürede reklamın önemini kavradılar.
Kasabanın gazetesine ilan verdiler. Caddelere boydan boya bez afişler astılar. Özellikle köylülerin yoğun olarak geldikleri kasaba pazarının kurulduğu gün küçük broşürler dağıttılar ve belediye hoparlöründen sık sık duyuru yaptılar… Tüm bu tanıtımlar, bir küçük esnafın kolaylıkla katlanabileceği kadar mütevazı bütçeyle yapılıyordu.
Satışları hızla artmaya başladı. Ürettiklerini sattıkça atölyelerini geliştirdiler. Bir süre sonra çekyat dışındaki mobilyaları da üretmeye başladılar. Kasabanın farklı mahallelerine ve komşu kasabalara mağazalar açtılar. Sonunda üretimlerini küçük bir fabrikaya taşıdılar.
Hem satışları hem de üretimleri giderek artıyordu. Her kardeş bir kasabadaki mağazanın başındaydı ve iyi satıyorlardı. Kapasiteleri artmıştı ve ürettiklerini satabilmek için bayilik vermeye başladılar. Aynı dönemde İstanbul Avcılar’da bir mağaza açtılar. Yavaş yavaş ihracat yapmaya da başladılar…
Bu arada reklam politikaları değişmemişti. Kazançları arttıkça büyüttükleri bütçeleriyle ulusal basın ve televizyon reklamlarına başladılar. Reklam talebi, talep arzı olumlu etkiliyordu. Kazançları arttıkça reklam bütçesinde cömertleştiler
İşte bu altı kardeş, küçük bir kasabadaki küçük bir mağazada, birer küçük esnaf olarak başladıkları iş hayatında kısaca anlattığım biçimde yükseldiler. Bence onları Doğtaş ve Kelebek mobilya markalarının sahipleri yapan süreci başlatan şey o küçük reklam bütçeleriydi.
Bu hikâyeyi anlattığımda bazıları “O zamanlar Türkiye fırsatlarla doluydu. Bugün öyle değil” diyorlar. Bu görüşün ‘o zamanların fırsatlarla dolu’ olduğu kısmına katılıyorum. Tıpkı 1950’ler gibi, tıpkı 2000’ler gibi, tıpkı bugünler gibi, o günler de fırsatlarla doluydu…
1950’lerde ulusal ürün pazarının doğuşu, 1980’lerde Anadolu girişimcisinin ihracatı keşfetmesi neyse bugün tanık olduğumuz küresel pazarın gelişmesi de benzer bir süreç. Üstelik sunduğu fırsatlar öncekilerden daha çok…
Bugün küçük reklam bütçeleriyle sadece kasabanıza değil, dünyanın her yerine ulaşmanız ve satış yapmanız mümkün. Dijital pazar yerleri kanalıyla yapılan mikro ihracatın hacmi milyarlarca Dolara ulaştı. Üstelik herhangi bir Anadolu kasabasındaki vizyoner bir girişimcinin küçük bütçelerle büyük sonuçlar alabileceği böyle bir dönem hiç olmamıştı…
Yıl 1983… Liman puantörü Davut Doğan (soldan ikinci), Bandırma Limanı’nda arkadaşlarıyla… 23 yaşında ve kardeşleriyle Doğtaş’ı kurmadan beş yıl önce kameraya gülümsüyor.