Ağıt, felâket üstüne söylenmiş duyguların aktarımı şiirler, ezgilerdir. Eskiden Türklerde “yuğ” denirdi. Ölenin iyiliklerini, ölümünden duyulan acıları sayıp dökmek üzere, ölü çıkan evlerde yas toplantılarında okunur ağlanırdı. Üzücü olayların arkasından belli bir gelenek çevresinde, törenlerde yakılır, söylenirdi. Bir törene bağlı olsun olmasın, “Ağıt” veya Antalya, Balıkesir, Burdur, Karaman, Muğla yöresindeki söylendiği gibi “yas”, teriminden, acıklı bir olayı konu alan ve bu olayı hatırlatmaya, bütün yoğunluğuyla yaşatmaya elverişli türkülerin bütünü anlaşılmaktaydı.
Şimdi anlatacağımız yas türküsü, 60 yıl kadar önceleri Ayvacık’ın Bektaş köyünde Hatice Çakır’dan dinlemiş. Bugün Hatice Çakır yaşıyor mu, torunları bu türküden haberli mi? Bilmiyoruz. Ama söz uçar. Yazı kalır misali, Alibey Kudar öğretmenimiz türküyü not etmiş. Bana da acıklı öyküsünü bulup yazmak kaldı. Gelelim öykümüze:
İstanbul’dan yola çıkanlar, Tekirdağ, Eceabat, Çanakkale, Ezine, Ayvacık, Assos ve Bektaş köyünden geçince, Sivrice Feneri’ne[1] ulaşırlar. İstanbul’la burasının arası 450 kilometredir.
Yenikapı Bandırma Feribotu ile gelmek isterseniz, Biga ve Lâpseki’den geçmek durumunda kalırsınız. İzmir’den gelenler, Ayvalık, Edremit, Akçay, Altınoluk, Küçükkuyu sahil yolundan Assos’a, Bektaş Köyüne ve Sivrice Feneri’ne gelirler.
Öyküden önce niçin bunları anlatıyorum? Deniz arkeolojisi açısından Sivrice Feneri ve burnu çok önemli. Envanteri tam anlamıyla yapılamamış batıkların oluşturduğu hazine değerinde bir tarih burada yatıyor.
Burundaki feneri görünce, Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın şiirini mırıldanmadan edemezsiniz:
Uzanmış koca burun açık denize doğru, Lacivert ve gri gecenin değerinde.
Karanlıkla başlar bir dünya sevgisi,
Deniz feneri parlar,
Talihe aldırmadan kayalar üzerinde.
Bulutlar birleşir alaca düzlüklerde, Çöker uzak limanlardan bir sis.
Bir sıkıntı başlar karanlığında kaderin,
Bildirir, yanınca yanınca,
Ömrün neresindesiniz, aşkın neresindesiniz?
Yüreğin mi daralıyor, yıldız ışığında, Bırak anılar gitsin biraz daha geri.
Ruhu götürmeden vakit yürüyebilir, Düşün nasıl durmuş sabırla yüzlerce yıl, Hep bu benekte bu deniz feneri.
Bak deniz savaşlarına, yaşlı korsanlara,
Uçan dalgalara, uyuyan rüzgara bakmış,
Bir tek göz kadar kara ve mavi,
Enginle boş,
Kısmetsiz balıkçılara bakmış.
Saçlarında tuz kokan, ölü kokan bir serinlik, Yüzünde bir fırtına tadı.
Durursun yorgun, umutsuz,
Birden bir daha yanıp söner, sevinçle titrersin, Bir şey, belki de yaşaman uzadı.
Yaslıdır dulların ölçülmez özleminde, Güçlüdür kocaman geceleri taşır.
Delidir, konuşmaz, uyumaz,
Sonrasızlığın iyiliğini bekler, kötü günlerden, Akıllıdır.
Sarhoş gemilerimiz sallanır sallanır,
Gömülmüş kasırgaların uykusuyla belli,
Kayalar mezarlara benzer enginlerden,
Duyulur sudan göğe kadar,
‘Ölüsü kandilli.’
Vakit yok olur, zamandan boşalır varlık, Düşmez burçlardan haber.
Bir uğursuzlukla ağır ve yorgun, Bütün insanlar bitti sanırsınız, Deniz feneri gülümser.
Evet deniz fenerleri yalnızlığın ışıkları, karanın ve denizlerin bekçileriydi. Onlar hem denizlerin hem kendilerinin hem de bakıcılarının yalnızlığını içlerine gömüp yana söne ışıklarını vermekle görevliydiler. Eskiden kimi fenerde gaz yağı, kiminde zeytinyağı aydınlatma yakıtı olarak kullanılmaktaydı. Fenerciler, her gün onlarca merdiveni inip çıkarak, fenerin fitilini her zaman canlı, billurunu temiz tutmak zorundaydı.
Sivrice Burnunda deniz güzeldi. Usul usul çırpınıp dururdu. Denizin çırpıntıları, sizi bir annenin çocuklarını sevmesi gibi minik okşayışlarıyla sarıp sarmalardı. Ama sert rüzgârlara dayanamayıp azgın dalgalarla çırpınmaya başladığında, ya da sis bir örtü gibi ufku yok ettiğinde, bir kâbusa dönüşürdü. İşte o zaman Sivrice Feneri imdada yetişirdi
Öykümüzün kahramanı Lütfiye, ben diyeyim yetmiş siz deyiniz seksen yıl önce Bektaş köyü sahilindeki Sivrice Feneri memurunun kızıydı. dönem
Yalnızlığını paylaştığı bir arkadaşı olmasa çıldırırdı. Arkadaşı Bektaş köyünden Rabiye’ydi. Arkadaşlıkları kardeşten öteydi. Biri öl dese, diğeri duraksamadan ölüme atılır, canlarını verirlerdi. Birbirlerini bir gün görmeden edemezlerdi. Ya Lütfiye köye Rabiye’ye gider ya da Rabiye bir koşuda soluğu fenerde alırdı. Oturur saatlerce sohbet ederler, birbirlerine hayallerini umutlarını anlatırlardı. Sır verirdi, sır alırlardı.
Kimi zaman birlikte örgü örmeyi, gergef işlemeyi denerler, yeni motifler, oyalar yaratırlar, iç dünyalarını renk renk, nakış nakış yansıtırlardı. Ördükleri oyaları, işledikleri gergefleri serecekleri odalarını evlerini düşlerlerdi. Sonra karşılıklı yeminler ederlerdi:
“Unutmayacağız birbirimizi. Bizi ancak ölüm ayırır. Söz mü?”
“Söz”
Lütfiye derdi ki:
“Bir oğlum olsa, senin de bir kızın!”
“Birer oğlumuz, birer kızımız.” “Onlar birbirleriyle evlenseler”
“Evlense de muratlarına erseler”
“Ne dilerdim başka adı güzel, kendi güzel Mevlâ’dan.”
“Böylece ölünceye dek, birbirimizden ayrılmazdık.”
“Birbirimizden ayrılmazdık ahrete dek!”
“Hatta ahrette bilem.”
“Ahrette bilem.”
Rabiye ile Lütfiye birbirleriyle ahretlik arkadaşı olmuşlardı. Ahrete kadar sürecek değil, öbür dünyada da sürecek arkadaşlık için kavletmişlerdi.
Aylar ayları, yıllar yılları kovaladı. İki arkadaş da birbirlerini kar beyaz gelinlik içinde görmenin sevincini ve coşkusunu yaşamış, kendi yuvalarında mutluluğu kanat açmışlardı. Sözleri sözdü. Birinin oğlu, diğerinin kızı olurca birbiriyle evlendireceklerdi.
Ama gel gör ki, daha evliliğin tozpembe günlerinde, daha nevreside[2] dallar, yeni tomurcuklara durmadan, apansızın Lütfiye’yi hastaneye zor yetiştirmişlerdi. Göze gelmişti. Bir amansız hastalığın pençesine düşmüştü Rabiye’nin ahretlik arkadaşı. Doktorlar:
“Tek çare ameliyat” demişlerdi: “Tek çare ameliyat. Allah’tan ümit kesilmez” Bütün eller duaya kalkmıştı.
“Allah’ım” diyordu yeni doğum yapmış olan Rabiye: “Güzel Mevlâ’m, ömrümden al, arkadaşıma ömür ver. Ömür ver ki yaşasın. Çocuklarımızın mürüvvetini[3] birlikte görelim”.
Kara haber tez duyulur derler. Bir haber geldi Bektaş köyüne ki, katran karası. Dediler ki:
“Lütfiye öldü” Başlar yere eğildi. Herkesin eli kolu kesili yazdı. Kadınların, kızların kızanların hıçkırığından omuzlar titredi. Sivrice burnunun feneri o gece sanki çakmıyor, silik silik, sessiz sessiz, için için ağlıyordu. Lütfiye ameliyat masasında kalmıştı.
Hastane türküleri, mahpushane türküleri dertlidir. Dert üstüne dert bağlatır insanı. Ama yaşamın gerçeklerinin anlatımıdır. Sonsuz acılar içindeki Rabiye, bir hastane türküsüne duygularını ekledi de öyle bir söyledi ki, dinleyenler gözyaşlarını tutamadılar:[4]
Kamyona bindirdiler kamyon vızıldar Ölümde acısı başka midem sızıldar
Adı Lütfiye’dir soyadı Bostancı Çaresiz dertlere düştüm doktor ne çare Ölüm de bana yaklaşmış ah ne çare.
Hastanenin önünde mermer döşeli
Doktor beyler geliyor elleri şişeli
Adı Lütfiye’dir soyadı Bostancı Çaresiz dertlere düştüm doktor ne çare Ölüm de bana yaklaşmış ah ne çare.
Ameliyat masasına kendim yattım
Ameliyat olup kurtulacam sandım Adı Lütfiye’dir soyadı Bostancı
Çaresiz dertlere düştüm doktor ne çare Ölüm de bana yaklaşmış ah ne çare.
Hastanenin kapıları dağlara bakıyor Ameliyat oldum kanlarım akıyor
Adı Lütfiye’dir soyadı Bostancı Çaresiz dertlere düştüm doktor ne çare Ölüm de bana yaklaşmış ah ne çare.
Hastanenin önünde zincirli kuyu Ablam içirdi bana ayrılık suyu
Adı Lütfiye’dir soyadı Bostancı Çaresiz dertlere düştüm doktor ne çare Ölüm de bana yaklaşmış ah ne çare.
Yaptığım düzenler hep ellere kaldı Benim bir evladım dillere kaldı.
Adı Lütfiye’dir soyadı Bostancı Çaresiz dertlere düştüm doktor ne çare Ölüm de bana yaklaşmış ah ne çare.
[1]Sultan Abdülmecit 1855 yılında ‘Fenerler İdare-i Umumiyesi Müdürlüğü’nü kurdu. Başına bir Fransız getirildi. Camille Collas ve MariusMichel adlı Fransızlara Deniz Fenerleri Kurma imtiyazı verildi. Sivrice Deniz Feneri bu imtiyaz sözleşmesi çerçevesinde, 01.01.1863 tarihinde Çanakkale İli, Ayvacık İlçesi, Bektaş Köy sahili Sivrice’de kuruldu. Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti 23 Aralık 1935 tarihli yazısıyla imtiyaz sahibi şirkete fenerleri satın aldıklarını bildirdi. 1939 yılı sonlarında imtiyaz sahibi şirketin yönetimindeki tüm fenerlere, bu arada Sivrice Feneri’ne el konuldu. 1940’lı yılların ortasında Sivrice Deniz Feneri onarıldı. O günün teknolojisine uygun olarak yeniden yapılandırıldı.
[2]Nevreside: Yeni yetişmiş, yeni yetişme.
[3]Mürvet: Bir ailede çocukların doğumu, sünneti, evliliği, iyi bir göreve geçmeleri vb. olaylardan duyulan mutluluk, sevinç.
[4]Ahmet Özdemir, Lütfiye’ye Ağıt, Bizim Gazete, Temmuz 2008, İstanbul / Ahmet Özdemir, Adı Lütfiye, İstanbul Gazetesi, 15 Aralık 2012. / Ahmet Özdemir, İstanbul 22 Aralık 2016 http://www.istanbulgazetesi. com.tr/adi-lutfiye/