— Tarikatlara Eleştirel Bir Yaklaşım–
Gerçek tasavvuf yolcularına, istikâmet sahibi tarikat mensuplarına, canını ve malını Allah yolunda harcayan hakiki mürşitlere hiçbir eleştirimiz olamaz. Hoca Ahmet Yesevî, Hacı Bektaş-ı Velî, Hacı Bayram-ı Velî, Mevlâna, Yunus Emre, Somuncu Baba, Abdülkadir Geylani ve Şah-ı Nakşibendi gibi gönül sultanlarına minnet duyar, onların yoluna, anlayışına asla karşı çıkamayız… Ancak uydurulup bu zatlara yamanan, keramet adıyla anlatılan birçok efsane ve masalı da kabul etmek durumunda değiliz. Uçkuruna düşkün, rüşvet, şehvet ve şöhret peşinde koşan; İslâm’ı temsil etmek yerine istismar ederek mal ve mülk için çaba harcayan sahtekâr şeyhleri ve müritleri de milletin uyanması için eleştirmek zorundayız.
Zaten bu eleştiriler ilim adamları tarafından ilmi yönden de yapılmaktadır.
“Günümüzde tasavvufî düşünceye önemli tenkitler yönelten yazarların bulunduğu görülmektedir. Sosyal psikolog olarak Erol Güngör’ün ‘İslâm Tasavvufunun Meseleleri’ ve iktisatçı olarak Sabri Ülgener’in ‘Zihniyet ve Din’ adlı kitapları bu yöndeki yayınlara örnek gösterilebilir. Bu gurupta yer alan araştırmacılara göre tasavvufî hayat, tevekkül, teslimiyet, kanaat ve rıza anlayışıyla insanları sükûnete ve durgunluğa sevketmiş, böylece ihmal edilen dünya işleri sebebiyle İslâm medeniyeti aktivitesini kaybetmiştir.” (Mustafa Kara, Tasavvuf, İGYA, c.4, s.295, İFAV).
Sosyal medyada dolaşan, “Yarın ahirette kabirden çıkan bir adamı azap melekleri yakalasa, yaka paça götürülürken o adam, ‘Ben Nakşibendi tarikatının Halidî kolundanım’ dese, hemen bırakırlar” hezeyanlarını da kabul etmek zorunda değiliz. Kur’an ve Sünnete aykırı olan böyle bir anlayışın dini bir dayanağı olabilir mi?
Her naneyi yiyeceksin, her rezaleti yapacaksın, inancın, ibadetin, ahlakın olmayacak. Kamunun veya onun bunun hakkını gasp edeceksin, öldükten sonra ahirette Zebaniler seni cehenneme götürürken, “Nakşibendi tarikatının, Halidî kolundanım” diyeceksin, onlarda seni cennete yerleştirecekler! Oh ne ala! Böyle bir anlayış Kur’an’dan ve Sünnet ’ten onay alabilir mi.
Diyanet İşleri Başkanlığı emekli danışmanlarından biri, haklı olarak sapkın tarikat anlayışlarından şöyle bahsetmiştir:
İki şeyhin müritleri bir topluluk huzurunda şeyhlerinin ahirette mensuplarını nasıl kurtaracaklarını tartışıyorlarmış. Müritlerden biri şeyhini şöyle savunmuş:
“’Bizim şeyh anlattı: ‘Kıyamet günü o, bütün müritlerini bir sigara tabakasına koyacak ve tabakayı eline alıp Sırat Köprüsü’nden öyle geçecek!’.
Diğer şeyhin müritleri de şöyle karşılık vermişler: ‘Yahu, sizin akıbetinizin felaket olduğu bu söylediklerinizden de bellidir… Sırat köprüsünde bekleyen Zebaniler, şeyhinizi aradıklarında müritlerin, içinde bulunduğu tabaka ortaya çıkmayacak mı ve hepiniz, orada köprü başında, rezil, kepaze olmayacak mısınız?!
Bakınız, bizim şeyh ne kadar sağlam! O, bütün müritlerini küçük karıncalar haline getirecek ve onları bedenine serpecek; karıncalar da derinin altına girecekler. Ondan sonra şeyhimiz, elini, kolunu sallaya, sallaya Sırat Köprüsü’nden geçecek. Zebaniler istedikleri kadar arasınlar, hiçbir şey bulamazlar.’…” (Ali Akın, Hurafeler ve Gerçekler, s. 347, BAYRAK).
Ahirette Allah’ı bile aldatmaya kalkan böyle bir anlayış dünyada insanlara neler yapmaz ki! Bu sapkın anlayış, müritleri kurtarayım derken Allah’ın güç ve kudretini dahi hesap edememiştir. Daha da vahimi böyle saçmalığa inanan Müslümanların varlığıdır.
Kocası yatalak hasta olan yaşlı ve varlıklı bir kadına, “gel tarikata gir, seni şeyh efendi ile tanıştıralım” demişler. Kadın da “Ben tarikata girersem ne kazanacağım?” diye sormuş. Cevaben, “Şeyh efendi seni savunacak, seni Allah’a tanıtacak ve cennete girmeni sağlayacak!” demişler.
Kadın tarikata girmiş, elindeki 99’luk tespihi 501’lik tespihle değiştirmişler. Günlük şu kadar zikir çekeceksin, şu kadar virdin olacak, diye görev vermişler. Kadın, sohbetten sohbete koşmaya başlamış. Hasta ve yatalak kocasından çok şeyhini dinlemiş, kocasından çok şeyhine hizmet etmiş ve şeyhin dediklerini yapmış, kocasından çok şeyhi memnun etmeye çalışmış. Kocası ölünce de şeyhin talebiyle mal varlığını ona vermeye kalkmış. Ancak çocukları konuya müdahale ederek engellemişler. İşte size Anadolu’dan bir din-tarikat manzarası.
Böyle bir kadına cennet yolunun yatalak kocasının rızasından geçtiğini din adamları olarak biz anlatamadıysak, bizim de ahirette işimiz çok zor görünüyor.
Bir tarikat mensubu bu olayı şöyle savunuyor: “Bizim Şeyh efendiye bakışımız, onun bize yardımcı olacağı yolundadır. Mesela bugün mahkemede avukat tutma zorunluluğu yoktur. Ama genellik- le avukat tutanlar davayı kazanırlar. Şeyh efendi de bizim avukatımızdır.” (Abdülaziz Bayındır, Kur’an Işığında Tarikatçılığa Bakış, s. 109).
Bu anlayış, kelimenin tam ifadesiyle bir şirk anlayışıdır. Şayet bizim işimiz ahirette şeyhlere kalmış ise ve bizi onlar kurtaracaksa bizim cehennemden kurtulmamız biraz zor görünüyor. Bu düşünce- mi ayetler ve hadislere göre söylüyorum. Nitekim Abese suresinde yüce Allah şöyle buyurmuştur:
“İşte o gün (ahiret günü) kişi kardeşinden, anasından, babasından, eşinden ve çocuklarından bile kaçacaktır. Çünkü o gün herkes kendi başının derdine düşmüş olacaktır.” (Abese, 80/34-37).
Bu âyete rağmen şeyhin müritlerini ahirette savunacağı nasıl iddia edilebilir? Ayet açıkça şeyh de dâhil, ahiret günü herkesin kendi başının derdine düşeceğini, söylüyor. Bu ayet karşısında ancak şu söylenebilir, peki, ahirette şeyhi kim savunacak, kim kurtaracak? Ahiret üzerinden inançlı insanlar, nasıl aldatılıyor ve nasıl sömürülüyor anlıyor musunuz?
Beş vakit namazda okunan Fatiha suresinde şöyle buyurulmuştur: “O, hesap gününün yegâne hâkimidir. (O halde siz O’na şöyle dua edin:) Ya Rabbi! Biz Seni layık olduğun şekilde tanır, yalnız Sana kulluk eder ve yalnız Senden yardım dileriz.” (Fatiha, 1/4-5).
Kâf suresinde de Allah şöyle buyurmuştur: “Ant olsun ki insanı Biz yarattık. Bu sebeple nefsinin ona ne gibi vesveseler verdiğini biliriz. Çünkü Biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kaf, 50/16).
“İnsanı Allah yaratmıştır. Bu sebeple insanın kalbinden geçeni O’ndan başka kimse bilmez. O, insana şahdamarından da yakındır. Bu sebeple insan, Allah’a kulluk ederken ve O’ndan yardım dilerken başkasını araya sokmamalıdır. Doğrudan Allah’tan istemelidir. Çünkü Allah onun yanı başındadır.” (Prof. Dr. M. Said Şimşek, Hayat Kaynağı Kur’an Tefsiri 5, s. 44, BEYAN).
Hadisi Şerif’te Allah Elçisi: “Ey Kızım Fatıma! Babam peygamberdir diye güvenme. Rabbine karşı kulluk vazifeni yap. Eğer Allah’tan nefsini satın almazsan (yani seni kurtaracak amel, iyilik, ibadet yapmazsan) vallahi ben bile senin namına hiçbir şey yapamam” buyurmuştur. (Müslim, İman, 89).
Âyetler açık bir şekilde ahiret gününün yegâne sahip ve hâkiminin Allah olduğunu, sadece Allah ‘a ibadet edileceğini ve ancak O’ndan yardım isteneceğini beyan ediyor. İnsanı Allah’ın yarattığını, onun kalbinden geçeni bile ancak Allah’ın bildiğini, çünkü Allah’ın insana şah damarından daha yakın olduğunu söylüyor. Hz. Peygamber de öz kızına bile yardım edemeyeceğini söylerken bir tarikat şeyhinin müridini kurtaracağı nasıl söylenebilir? Şu hâlde bir insana ahirette Allah’tan başka kimse yardım edemez ve Allah ile kulu arasına kimse giremez. Buna rağmen bir takım tarikatçılar ve şeyhler girebilmişlerdir!
Martin Luther (1483-1546) de, 1521 yılında Almanya’da Wittenbeng Kilisesi’nin kapısına astığı protesto içerikli maddelerden birinde Kiliseyi şöyle eleştirmiştir:
“Kul ile Tanrı arasında hiçbir aracı olmamalı, insanlar Tanrı ile doğrudan muhatap olmalıdır. Kutsal Kitabı okuma ve yorumlama yetkisi Kilise’nin tekelinden alınmalıdır. İnsanlar Kutsal Kitabın kendi- siyle bizzat yüzleşmeli; her din mensubu Kutsal Kitabı okuma, anlama ve yorumlama yetkisine sahip olmalıdır…” (Kur’an Mealleri Sempozyumu, Doç. Dr. Orhan Atalay, Kur’an’ın Başka Dillere Çevrilmesi Ekseninde Ortaya Çıkan Tartışmaların Tarihsel Arka Plânı, s. 30, DİBY).
Allah ile kulu arasında aracılık yapmak acaba Hristiyanlıktan tarikatlara geçmiş olabilir mi?
Allah Resulü bir hadiste şöyle buyurmuştur: “… Yüce Allah kıyamet günü, ‘Âdemoğlu! Hastalandım, fakat sen Beni ziyaret etmedin’ diyecektir. Âdemoğlu da şöyle cevap verecektir:
‘Allah’ım! Sen bütün evrenin Rabbi ’sin, ben Seni nasıl ziyaret edebilirim’. Allah da şöyle buyurur:
‘Falan kulumun hastalandığını biliyordun, ancak onu ziyaret etmedin. Şayet onu ziyaret etmiş olsaydın, Beni onun yanında bulacaktın…” (Müslim, Birr, 43)
İnsanın en sıkıntılı anı hastalıktır… Hasta insan, sıkıntılı, aciz, tedirgindir… Siz böyle bir hastanın etrafında pervaneyseniz, ona hastalığını, yalnızlığını, ıstırabını unutturmaya çalışıyorsanız… Bundan daha güzel, daha önemli bir ibadet olur mu? Senin aradığın Allah, şeyhin değil hastanın yanında… (Bk. Doç. Dr. Osman Şekerci, Cuma Konuşmaları, s. 627).
Şu halde, İslâm inancına göre bir kadın, Eyüp Peygamber’in hanımı gibi, hasta kocasıyla yakından ilgilenmiş olursa, Allah’ı orada bulacak, O’nun rızasını ve cenneti daha çok hak edecektir. Bir hastayla ilgilenmek, özellikle bir kadının hasta ve yatalak kocasıyla yakından ilgilenmesi, yüz tarikata girmekten, yüz milyon tespih çekmekten daha sevaptır. Bunu neden anlayamıyoruz?
Bulduğu kimsesiz bir çocuğu küfrün ve şirkin merkezi olan Firavun sarayında büyük bir ahlak sembolü olarak yetiştiren ve onun Musa peygamber olmasına vesile olan Asiye örneğini neden dikkate almıyoruz? Yüce Allah ayetle Hz. Asiye’yi takdir etmiştir. Kimsesiz yetim bir çocuğu bataklıktan çekip kurtarmanın sevabı kaç tarikata bedeldir? Bunu neden düşünemiyoruz?
Tasavvuf kelimesini kullanarak bu hareketi tanıtan ilk Sufilerden Maruf el-Kerhî (ö.200/815), tasavvufu şöyle tanıtmıştır: “Tasavvuf, hakikatleri almak ve insanların elinde olan şeylerden ümidi kesmektir.” (Bk. Mustafa Kara, Tasavvuf, İGYA, c.4, s.264, İFAV).
Tasavvuf ahlakına göre, insanların elinde olan şeylerden (mal, mülk, para vs.) ümidin kesilmesi gerekir. Ancak burada olduğu gibi, tarikat şeyhinin, kocası hastalıklı kadının elindeki mallara göz dikti- ği anlaşılıyor. Böyle bir tarikat anlayışı ve bu anlayışın dine uygun olduğu söylenebilir mi? Bu bir tarikat anlayışı mı, yoksa kitabına uydurulmuş bir gasp düzeni mi?
Ensar’dan Ümmü’l-Alâ şöyle demiştir: “Muhacirlerden Osman b. Mez’un ölünce yıkandı ve kendi elbiseleri içinde kefenlendi. Hz. Muhammed (sav.) içeri girdi. O sırada dedim ki, ‘Ey Osman b. Mez’un! Allah sana rahmet eylesin. Allah’ın gerçekten sana ikramda bulunduğuna şahidim’. Bunun üzerine Hz. Muhammed (sav.) şöyle buyurdu: ‘Allah’ın ona ikram ettiğini ne biliyorsun?’ Dedim ki, ‘Ey Allah’ın Elçisi, Allah ya kime ikram eder?’ Hz. Peygamber (sav.) şöyle buyurdu: ‘Evet, ona kaçınılmaz olan ölüm gerçeği geldi. Onun için hayır dilerim. Ama ben Allah’ın Elçisi olduğum halde, nasıl karşılanacağımı bilmiyorum’.” (Buhari, Cenaiz, 3).
İslâm’da beşer olarak tek dini otorite vardır, o da ilahi vahye muhatap olması yönüyle Hz. Peygamber’dir. Onun dışında ulema ve meşâyıh, âlimler ve şeyhler, devlet görevlileri dini nitelikte bir otoriteye sahip değillerdir. İslâm’ı anlamanın hiçbir zümre ve sınıfa tahsis edilmeyeceğini de daima göz önünde tutmak gerekir. (Bk. Ali Bardakoğlu, İslâm’ı Doğru Anlıyor muyuz? s.114, KURAMER).
Şu hâlde yegâne dini otorite olan Hz. Peygamber, ahirette nasıl karşılanacağını bilmiyor, ancak şeyh efendi biliyor! … Hz. Peygamber kızını kurtaramayacağını söylerken şeyh, müridini Allah’a karşı savunarak onu kurtaracağını söylüyor! Tanrı adına günah çıkaran papazlarla, müridinin günahını Allah’a affettiren kimi şeyhler arasında ne fark var? Bugün kimi tarikat mensupları ve şeyhler aydınlık İslâm dinini Hristiyan mitolojisine kurban etmişlerdir.
Ahirette şeyhin müridini kurtaracağı iddiası doğru değildir. Kendimizi aldatmayalım, ahirette bir Müslümanı kurtaracak olan şey, ancak dünya hayatında bizzat kendisinin yaptığı iyilikler ve ibadetlerdir. Ahirette torpil, hamili kart, amca, dayı, rüşvet, iltimas yoktur, olamaz. Orası er meydanı, Allah’ın huzurudur. Papazın günahı affettirmesine benzeyen bu Hristiyanlaşma temayülünden vazgeçelim.
Dünya mahkemelerinde olduğu gibi, sanki Allah kulunu eksik veya yanlış yargılayacak ama avukatı olan şeyh buna engel olacak! Bu sapkın tarikat kafası şeyhe paye vereyim derken Allah’ın mutlak otoritesini ayaklar altına almıştır. Biz Yüce Allah’ı böyle çarpık anlayışlardan tenzih ederiz. Nitekim Kur’an-ı Kerim, Yüce Mevla’yı şöyle tanıtmıştır:
“Bilin ki, Allah kimseye zerre kadar haksızlık etmez, herkese hak ettiğini verir…” (Nisa, 4/40).