Boşlukta Bir Şey Var: Japonya, Zen ve Sessiz Yapılar

Yayınlama: 28.07.2025
36
A+
A-

Japonya’ya hiç gitmedim ama fırsatım olduğunda ilk görmek istediğim yer orası. Son zamanlarda Japon kültürüne iyice merak sardım; bol bol okuyorum, dizi ve filmlerini takip etmeye çalışıyorum. En son Pachinko’yu izledim-Kore, Japonya ve Amerika yapımı, oldukça dokunaklı bir dizi. İkinci Dünya Savaşı döneminde geçen bu hikâye, hem Japonya’yı hem Kore’yi farklı bir gözle görmemi sağladı. Hatta şimdiye kadar izlediğim diziler arasında beni en çok etkileyen olabilir.

Pachinko aslında Japonya’daki kollu kumar makinelerinin adı. Yani bir yanda o ışıklı, rengârenk, gürültülü Pachinko salonları; diğer yanda ise aynı toplumun içinde varlığını sürdüren sessiz, derin ve sade bir Zen kültürü… Bu tezat beni şaşırtıyor. Japon kültürü bir şekilde bu iki uç ruh hâlini bir arada taşıyabiliyor. Hem hareketlilik var hem dinginlik, hem tüketim hem sadeleşme. Üstelik bu ikisi, birbirini yok etmeden yan yana durabiliyor. Belki de en çok bu yüzden büyüleyici geliyor bana.

Gitmemiş olsanız bile gözünüzde canlanıyordur belki; Tokyo deyince hemen o kalabalık caddeler, göz alıcı tabelalar, trenlerin bitmek bilmeyen vızıltısı ve hiç durmayan bir koşturmaca geliyor insanın aklına. Her şey çok hızlı, çok parlak, çok fazla. Ama Tokyo bundan ibaret değil. Okuduğum bir yazıda yazar çok güzel tarif ediyordu; tüm o karmaşanın ortasında, birdenbire karşınıza çıkan küçük ve sessiz bir yapı öylece duruyor. Hiç bağırmadan, gösteriş yapmadan. Sanki biri usulca elinizi tutuyor ve fısıldar gibi soruyor: “Biraz yavaşlasak mı?” İşte o an, Zen’in şehre bıraktığı sessiz ama derin izlerden biriyle karşılaştığınız an oluyor.

Bu yapılar gösterişli değiller. Küçükler, sessizler, hatta bazen fark edilmeyecek kadar sade. Ama durdukları yerde güçlü bir şey söylüyorlar: “Buradasın. Şu an. Tam burada”. Bu fikir Zen felsefesinin tam kalbinde yer alıyor. Zen, bize geçmişin yükünü ya da geleceğin endişesini değil, şu anın farkındalığını öğretiyor. Ve bu sadece bir düşünce biçimi değil, mimariden gündelik harekete kadar her şeyi etkiliyor. Bir Zen tapınağına yaklaştığınızda görkemli bir yapı karşılamaz sizi. Hatta ilk başta neye yaklaştığınızı anlamazsınız. Önce küçük bir kapı, sonra bir duvar, sonra birkaç adım ötede bir ağaç. Her adımda biraz daha içine çekilirsiniz. Tapınağın kendisine gelene kadar bir dizi geçiş yaşarsınız. Sanki yapıyla aranızda mesafe değil, bir ritüel oluşur. Mimari sizi ezmez; size eşlik eder.

Japonya’da çok sevdiğim bir kavram var: “Ma.” Basitçe çevirmek zor ama en yakın anlamı “boşluk.” İki duvar arasındaki mesafe, iki ses arasındaki sessizlik. Ama bu boşluk, öyle rastgele değil. Bilinçli bir şekilde bırakılmış bir alan. Çünkü bazen bir şeyin söylenmemesi daha çok şey anlatır. Mimarlıkta da bu böyle. Dolu kadar boş da anlam taşır. Bizi çevreleyen sessizlik, zihnimizde bir yer açar. Japon evleri bu yüzden az eşyayla döşenir, ışık doğrudan değil gölgeden geçerek içeri süzülür. Gölge burada karanlık değil; yumuşak bir geçiştir. Işığı da, zamanı da hissettirir.

Tokyo’nun ara sokaklarına girdiğinizde bu felsefenin gündelik yaşamdaki karşılıklarıyla karşılaşırsınız. İki apartmanın arasında sıkışmış minicik bir çay evi, sokak lambasının altında duran ahşap bir kitapçı, daracık bir pencereyle gökyüzünü yakalayan eski bir ev… Her biri birer mimari jest gibi. Küçük ama fark edilir. Dingin ama güçlü. Çünkü bize şunu hatırlatıyorlar: Büyük olmak zorunda değiliz. Çok olmak zorunda değiliz. Bazen bir pencere, bir boşluk, bir gölge yeter.

Zen mimarisi doğaya da başka bir gözle bakıyor. Doğaya karşı değil, onunla birlikte olmayı öneriyor. Rüzgârla kavga etme, yönünü anla. Güneşi kesme, onunla birlikte yaşa. Ev yaparken ağacı kesmek yerine etrafından dolan. Zen’in sunduğu şey, doğayla savaş değil, onunla dans etmek. Bu yüzden doğal malzemeler öne çıkıyor: toprak, taş, bambu, ahşap. Çünkü bu malzemeler sadece gözümüze değil, bedenimize de tanıdık. Ayağımızın altındaki toprağı hissediyoruz, ahşabın sıcaklığını, gölgenin serinliğini, rüzgârın sesini. Her şey doğanın bir parçası olarak yaşanıyor.

Zen’e göre mimari yalnızca dört duvar değil; bir farkındalık aracı. Yapı sadece barınmak için değil, hissetmek için de var. Fransız filozof Merleau-Ponty bu durumu “kaşifin duruşu” diye adlandırıyor. Yani her an çevresine dikkat kesilen, duyularıyla dünyayı tanıyan bir hal. Zen mimarisi de bizden tam olarak bunu istiyor: hisset, dinle, yavaşla. Yaşadığın evi, yürüdüğün yolu, oturduğun sandalyeyi fark et. Bu sadece evler için değil; bir okul, bir kütüphane, bir otel bile bu duruşu taşıyabilir. Çünkü mesele sadece tasarım değil, yaşama nasıl baktığın.

Zen bize çok yalın bir şey söylüyor aslında: “Şu an buradasın. Gözlerin açık. Ellerin sıcak. Toprağa basıyorsun.”

Belki Japonya’ya hiç gitmedin. Belki Zen’in ne olduğunu hiç araştırmadın. Ama bunu deneyimlemek istersen, şu an bu satırları okurken dur. Derin bir nefes alıp pencereye bak. “Ben buradayım” diyebiliyorsan, işte o bir Zen anıdır.

error: Kopyalama Yasak