Dünyanın yetmişten fazla ülkesine yolu düşen ve seyahat notlarını çeşitli mecralarda yayınlayan, hatta iki adet iyi satan seyahat hatıraları eseri piyasada olan bir yazar ve seyyah olarak bu kez yolum Romanya’ya, Transilvanya ve Karpatlar bölgesine düştü. Romanya, otuz beş Avrupa ülkesi içinde daha önce ayak basma imkânı bulamadığım tek ülke olarak içimde yıllardır kalan bir ukde idi. İlk gençlik yıllarımda, Çavuşesku’nun ibretlik tek adam ve otoriter rejimi, sonrasında o rejimin devrilmesi neticesinde Çavuşesku ve eşinin ibretlik sonları ve Nadia Comaneci, Georgi Hagi ve Popescu gibi sporcuları ile genç bir gazeteci olarak dikkatle takip ettiğim bir ülke idi Romanya.
Devrim sonrası Rumen halkının içine düştüğü fakirlik ve zorluklar pek çok Rumen kadınını ve gencini ülkemiz de dâhil yurt dışında çalışmaya ve fuhuş bataklığına zorlamış, Romanya hep kötü hatıralarla aklımda yer etmişti. Ancak, son yirmi yıldır Dacia marka otomobilleri, AB üyelik süreci, istikrarlı ekonomisi, sessiz ve hızlı büyüyen bir ülke olmasıyla dikkatleri çekiyor. Ülkenin uçsuz bucaksız tarım arazileri, geniş ve verimli ormanları, Karadeniz’e olan kıyısı ve Tuna Nehri ile Avrupa’nın içlerine kadar olan nehir üstü gemi ticareti, hatta neredeyse kendine yeterli petrolü ve elbette yirmi milyonluk genç ve dinamik nüfusu Romanya’yı Avrupa Birliği içinde çok önemli ve stratejik bir ülke haline getirmiş.
Geçtiğimiz hafta sonu başladı eşimle çıktığımız Romanya seferimiz. Bulgaristan üzerinden Kuzeye doğru ilerleyip, Bulgaristan’ın en kuzeyindeki Rusçuk şehrine geldiğimizde bizi Avrupa’nın en önemli nehirlerinden Tuna nehri ve üzerindeki Avrupa’nın en uzun nehir köprüsü karşıladı. Köprü girişinde Bulgaristan’dan çıkıyor, çıkışında ise Romanya’ya giriyorsunuz. Romanya girişinde Avrupa Birliği sınırları içinde olduğumuzdan, Bulgaristan’a girişte gördüğümüz pasaport ve gümrük kontrollerini görmeden Romanya’nın Osmanlıdaki adı Yer Göğü kasabası olan Giurgiu şehrine girdik. Romanya’ya girer girmez, ülkemiz ve Bulgaristan’dan daha düzenli ve bakımlı köy ve kasabalardan geçmeye başladığımız hemen fark edilmeye başladı. Romanya’nın bu güney tarafları, Tuna nehrinin bereketli ovalarından başlayarak, herhalde Avrupa’da gördüğüm en geniş ve uçsuz bucaksız tarım arazilerinden oluşuyor.
Tuna Nehri, Almanya’da doğan ve Almanların Danube nehri ismini verdikleri 2800 km uzunluğunda 11 farklı ülkeyi besleyen muhteşem bir nehir. Düşük debisi ve 18 metreye varan derinliğiyle içinden geçtiği ülkelerin gemi ticaretine de imkân veren Allah’ın bir nimeti. Sırbistan’da Belgrad içinde Sava nehriyle birleşerek daha bir ihtişamlı hale gelen Tuna üzerinde toplam 78 adet liman var. Bulgaristan ile Romanya sınırını da belirleyen Rusçuk’ta bizim kullandığımız iki kilometre uzunluğundaki köprü komünizm döneminde yapılmış. Öncesinde karşıdan karşıya gemiler ile geçilmekte imiş. Bu nedenle ben şahsen, Osmanlı’nın Eflak Bölgesi olarak isimlendirdiği Romanya’yı yönettiği 490 yıl boyunca, burada kalıcı mimari eserler bırakmamasını ve buraya yoğun Müslüman nüfus göçü sağlayamamasını aradaki bu büyük Tuna engeline bağlı olduğunu düşünüyorum. Hakikaten de Romanya’da, bu da Osmanlı eseri diyebileceğiniz bir eser kalıntısı bile görmeniz pek mümkün değil. Osmanlı tarihinde Romanya ile ilgili en meşhur anekdot Kazıklı Voyvoda ve zulmü ile ilgili yaşananlar. Fatih Sultan Mehmed Döneminde 1462 yılında Rumen Prensliği’nin zalim Prensi 3. Vlad Tepeş’in zulmü İstanbul’a ulaşınca Sultan Fatih, Karadeniz üzerinden Dobruca limanına çıkardığı askerleriyle Tuna Nehri boyunca kaleleri fethederek, kuzeyde Bran şehrinde bulunan Voyvoda 3. Vlad’ın kalesini de fethetmişti. Fetih sonrası Voyvoda, kuzeydeki Osmanlı’nın verdiği isimle Erdel Krallığı yani Macar Krallığının desteğiyle bu kez Osmanlı teb’asına zulmünü artırınca Fatih, bu kez karadan gönderdiği 150.000 kişilik ordu ve 20 kadırga gemisi ile Tuna nehrini geçip düşmanlarını ve ahaliyi kazıklara geçirmesi ve işkenceleriyle ünlü Kazıklı Voyvoda 3. Vlad’ı mağlup etmiş ve Kazıklı Voyvoda Macar Kralına kaçmış sonra da bir şekilde öldürülerek kellesi İstanbul’a Fatih Sultan’a gönderilmiştir.
İngiliz Romancı Bram Stoker, 1897 yılında yazdığı Drakula romanıyla, Kont Vlad Drakula karakterini, Romanya’daki efsanelerden yola çıkarak ölümsüz bir vampir olarak romanlaştırınca, bizim Kazıklı Voyvoda bugün bir turizm objesi olarak her yıl yüzbinlerce insanın ziyaret ettiği bir hayali kahramana dönüşüvermiş. Eşim ve ben de Transilvanya bölgesinin şirin Bran kasabasındaki Drakula Şatosuna gittik ve Voyvoda 3. Vlad’ın işkencehanelerini hatırı sayılır bir para ödeyerek görmüş olduk.
Bran’a giderken Transilvanya ormanları içinde uğradığımız Sinaia şehri var ki, kanaatimce Romanya’ya yolu düşenler burayı görmeden asla geri dönmemeliler. Kış ve kayak turizm merkezlerinden olan Sinaia Romanya Krallığının eski başkenti. Şatoları, konakları, katedralleri ve muhteşem ormanları ve temiz havasıyla belki de dünyanın en yaşanılası mekanlarından. İsviçre Alplerindeki kasabaları kıskandıracak güzellikteki şehirde yaşamak çok muhteşem olmalı. Kışın nüfusu 1.5 milyonu bulan bu muhteşem şehir Romanya Kralı Carol’ün tüm enerjisini kendisi üreten muhteşem saray kompleksleri yılın her günü milyonlarca turist gibi bizi de cezbetmeyi başardı.
Siania şehri tarihi açıdan Hristiyanlıkta ve Musevilikte önemli bir şehir olarak biliniyor. Hatta şehrin adının Hz. Musa’nın Allah’tan 10 emri aldığı Mısır’daki Sina dağından geldiği anlatılıyor. Romanya’da saray ve şatolara giriş ücretleri oldukça yüksek. Her bir şato ve saraya 15-20 Avro ödendiği düşünüldüğünde, milyonlarca turistin Romanya ekonomisine büyük paralar bıraktığı hesaplanabilir. Şehri aslında Braşov vilayetine bağlı bir şehir. Braşov da Romanya’nın tarih ve kültür merkezlerinden, klasik bir Doğu Avrupa şehri. Braşov’un muhteşem tarihi şehir merkezinde, meşhur cadde ve meydanlarında harika bir akşam geçirdik. 300.000 kişilik nüfusunun önemli bir kısmı Macar ve Almanlardan oluşan bu şehir, arnavut kaldırımlı sokakları, birbirinden güzel bej ve haki renkli mimarisiyle tam bir huzur şehri.
Romanya’da 2007 Avrupa Kültür Başkenti olan Sibiu ise tam bir masal şehri. Müzeleriyle, mimarisiyle, tarihi mimarisi ve yaşam kalitesiyle Avrupa’nın bol ödüllü kültür başkenti Sibiu’ya aracınızla ulaşmak da Romanya’nın pek çok kentine ulaşmak gibi zor. Karayolu ulaşımı genellikle tek şeritli dar ve virajlı yollardan oluşan Romanya’da otoyol inşaatları henüz tamamlanmamış görünüyor. Bu durumun ülke ekonomisinin daha hızlı büyümesinin önünde bir engel olduğu bir gerçek. Ancak tüm Avrupa’da olduğu gibi Sinaia gibi dağ ve kayak merkezlerine bile hızlı ve düzenli tren seferleri olan demiryolu ağına sahip oldukları için ulaşımı sorun etmedikleri anlaşılıyor.
Aslında Romanya, gerek insani yaşam endeksi, gerek yaşam kalitesi endeksi ve gerekse hukukun üstünlüğü endeksinde ülkemizden oldukça ileride bir ülke. Yemek yediğimiz, eğlendiğimiz mekânlardaki çalışanların yarısından fazlası yabancı idi. Bangladeşli otel çalışanımızla ayaküstü yaptığım görüşmede, 2000 Avro maaş aldıklarını, çocuklarını da getirebildiğini, bir Müslüman olarak Romanya’da mutlu olduklarını, Bükreş’in çok güvenli ve yabancı dostu bir şehir olduğunu anlattı. Romanya’dan dönerken, Bulgaristan sınırında gördüğümüz bir manzaraya çok üzülmüştük. Romanya’ya giren kamyonların altlarına gizlenerek girmeye çalışan bir grup kadınlı erkekli kaçak göçmen gözlerimizin önünde yakalandılar ve bir kadın Tuna nehri kıyılarındaki ormanlık alanda gözlerden kayboldu. Ardından köpeklerle aramaya çıkan Rumen sınır polislerinin çabalarını izlemek çok üzücü idi. Simalarından Afganistanlı olduklarını düşündüğümüz kaçaklar bu kapıyı anlaşılan çok zorluyor olmalılar ki sınır polisleri çok sert ve hızlı davranıyorlardı.
Peki, Romanya 25-30 yıl içinde nasıl bu kadar hızlı bir şekilde yaşanabilir bir ülke haline gelebildi? Bu sorunun cevabı galiba bu yazımızın başlığında gizli. Çavuşesku’nun 1989 yılında öldürülmesinden sonra bir ara bocalayan Romanya’nın, 2007 yılında Bulgaristan ile birlikte Avrupa Birliğine tam üye olmasıyla birlikte adeta makûs talihi değişmiş oldu.
Romanya’nın iki milyon nüfuslu başkenti Bükreş’teki ilk günümüzde, ilk durağımız Çavuşesku’nun 1985 yılında inşasına başladığı ama hala tam olarak bittiği söylenememesine rağmen bugün Romanya Parlamento binası olarak kullanılan binanın önünden başladık gezimize.
Fakir bir çiftçi ailesinin işçi oğlu olarak komünizm döneminde siyasete atılan ve Romanya İşçi Partisi liderliğine yükselerek ülke yönetimini ele geçiren Nikolay Çavuşesku, ülkesini bir dönem adeta demir yumrukla yönetmişti. Komünist Moskova yönetimini bile takmayan, gerektiğinde batı dünyasının IMF gibi kurumlarıyla bile iş tutan Çavuşesku, bir diktatörün tüm niteliklerini üzerinde taşımakta idi. Etrafındaki yalakaların gazına gelen, kendisini halk kahramanı olarak gören, yaptıklarını halkının yararına yaptığına inanan tipik bir diktatör. Rumen halkının çoğalmasını sağlamak için 25 yaşın üzerindeki bekarlara ağır vergiler koyan, 4 çocuk ve üzerinde çocuğu olanlara hayatı kolaylaştıran, kırsal kesimlerdeki insanları zorla şehirlere dolduran, Bükreş’in ortasındaki onlarca kilise ve tarihi eserlerden oluşan meydanı yıkarak meydana yer üstünde 82 metre yüksekliğinde, yer altında da 92 metre derinliğinde, 1100 odalı devasa bir saray yaptıran Çavuşesku, sarayını tamamlayamadan halkının açlık, fakirlik ve mutsuzluğu nedeniyle ayağa kalkması neticesinde yargılandığı esnada, galeyana gelen güvenlik görevlisi tarafından eşiyle birlikte kurşuna dizilerek katledilmişti. Çavuşesku’nun ülke yönetiminde gerek halkına, gerekse uluslararası kamuoyuna verdiği imaj hep algılarla oluşturulan sahte imajlardı. Kırsal kesimlerde hayvanlarını besleyemeyen ve zayıflıktan ölmek üzere olan sığırlardan şikayetler artmaya başlayınca, kendi çiftliklerindeki besili hayvanlarını köylerdeki ahırlara koyup medyasını ve televizyon kameralarını o ahırlardan çekim yaptırarak gerçekleri gizlediği devrimden sonra ortaya çıkan gerçeklerdendi. Sarayı o kadar lüks ve ihtişamlı idi ki, 1100 odasının her biri birbirinden değerli, mermer, altın ve kıymetli mücevherlerle işlemeli ve ağaç oymacılığı ile süslenmişti. Her ne kadar sarayın yapımında kullanılan malzemelerin %96 sının Romanya’da çıkarılan ve üretilen malzemelerden oluştuğu söylense de, Romanya halkı adeta tüm gelirini bu sarayın yapımına harcıyordu. 1989 yılında öldürüldüğünde Çavuşesku, sarayının tamamlandığını görememiş ve sarayının cakasını satmak ve keyfini çıkarmak kendisine nasip olmamıştı.
Bugün bir kısmı parlamento olarak hizmet veren o sarayı, modern Romanya Hükümeti adeta bir ibret vesikası olarak turizme açmış. Bugün yerli ve yabancı turistler, 18 Avro vererek, bir rehber eşliğinde yarım gün süren saray turuna katılabiliyorlar. Sabah saatlerinde ziyaret ettiğimiz bu eski saray, yeni parlamento binasının dışarıdan ihtişamı da göz kamaştırıyor. Gezimizde dikkatimizi çeken bir nokta da Romanya parlamento binasının bahçe girişlerinde ve kapılarında, ya da bu binanın karşısında bulunan adalet bakanlığı, hazine ve maliye bakanlığı gibi bakanlıkların önlerinde veya girişlerinde bir polis koruması veya nizamiyesi yoktu. Otoriter rejime nazire yaparcasına yeni ve modern Romanya Hükümeti, polis ve güvenlik tedbirlerini pek de vatandaşlarının gözüne sokmak istemiyor olmalı ki, gezimiz boyunca caddelerde hatta şehir emniyet müdürlüklerinin önlerinde bile bizdeki gibi polis veya asker şahıslar ve göremedik.
Dünyanın pek çok ülkesinde son yıllarda artan oranda Türk iş adamlarının, Türk restoranlarından başlayarak pek çok alandaki yoğun yatırımları pek de gözümüze çarpmadı. Hiç yok değil ama beklenildiği ve sanıldığı kadar yoğunluklu bir Türk iş dünyası görülmüyor Romanya’da. Avrupa’nın gözde turizm şehirlerinden Braşov’un kafe ve restoranlarla dolu meydan ve çarşılarında Türk restoranı aradık ama bulamadık.
Romanya yakın gelecekte, tüm sektörlerde Avrupa’nın en önemli cazibe merkezlerinden biri olacak gibi görünüyor. Birkaç günlük kısa bir seyahatte bile bu büyük potansiyeli gözlemleyebildik. Her fırsatta yazıp söylediğim gibi, ne kadar hukuk ve demokrasi o kadar huzur ve ekmek.