Dert kelimesi Farsça kökenli. Elem, keder, hastalık anlamımda kullanılıyor. 1300’lü yıllar öncesinden Atabetü’l-Hakayık’da rastlıyoruz.
Mevlâna Mesnevi’sinde “Artık dertten şikâyet etme. Çünkü dert, insanı yokluğa sürüp götüren rahvan bir attır” diye yazmış. Ömür denilen zaman diliminin bitişe yönelmesi, yokluğa gidiş olsa gerek. Bir atasözümüz var: “Rahvan at kendini yorar”. Bir başka anlatımla, yeri ve hiç gereği yokken, kendini göstermek, birine yaranmak için işe karışan, gereksiz yere üstünde durarak işi uzatanın zararı kendisine olur, diyebiliriz.
Yine Mevlâna, Mesnevi’den hikayelerin dördüncü bölümünde La Tahzen (üzülme) şiirinde şöyle diyor:
“… ‘Derdim var’ diyorsun;
Dert insanı Hak’ka götüren Burak’tır; sen bunu bilmiyorsun.
Sanma ki dert sadece sende var.
Şunu bil ki; sendeki derdi nimet sayanlar da var. …”
Elbette, dert, çekene göre değişiyor. Herkesin derdi, kendine göre büyük. Başkalarının umurunda olmasa da derdi olan acı çeker. Ancak biri var ki, acısı bile tatlılık, yaşama şevki verir. Bunun ne olduğunu Fuzulî anlatıyor:
“Aşk derdiyle hoşum el çek ilâcımdan tabîb / Kılma dermân kim helâkim zehri dermânındadır.”
Günümüz Türkçesiyle şöyle açıklayabiliriz: “Ey tabip! ben aşk derdinden hoşnutum. Bana ilaç vermeyi bırak, derdime derman olma. Beni öldürecek zehir senin dermanındadır.”
Eğer Tanrı aşkına tutkun, giriftarsanız, hoşnutluk yolundan sapamazsınız. Ama maddi dünyanın derdinde olanlar, acı da çeker, ağlar da, çaresizliğine üzülür de. Derler ki, dert ağlatır, aşk söyletir.
Hoca Ahmet Yesevi, 54. Hikmet’inde empati sarmalında kendini derti yerine koyuyor:
“Gerçek dertliye kendim ilaç, kendim derman;
Hem âşıkım, hem mâşukum, kendim canan;
Rahmet eyleyim, adım Rahman, zâtım Sübhan;
Bir nazarda içlerini safâ eyledim”
64. Hikmet’inde şöyle devam ediyor:
“…Dertliyim, mahcubum elimden tut / Yoldan sapmış dertliyim yola sal / Allah diyerek yok oldum rahmet eyle / Asilere feyz-fetih verir mi ki?…”
Yesevî’ye göre, gerçek dertliler dertsizliği göze almaz. “Dünya malına karşı ilgisiz” veya dünyevi arzulardan uzak olanlar, kendilerini açık etmezler. Aşksızlara bakmayıp, dertliye deva olmaya çalışırlar.
140. Hikmet’te “Ey habersiz, aşk ehlinden beyan sorma / Dert iste, aşk derdine derman sorma,” diyen Yesevi, Münacatında son noktayı koyuyor: “Eğer dertli olsa, dermanı olurum. / Eğer yüz yıl gösterici olurum…”
Pir Saltan Abdal deyişinde maddi ve manevi dertleri kaynaştırmış:
Derdim çoktur Kangısına yanayım
Yine tâzelendi yürek yaresi
Ben bu derde kande derman bulayım
Meğer Şah elinden ola çâresi
Türlü donlar giyer gülden nâziktir
Bülbül cevr eyleme güle yazıktır
Çok hasretlik çektim bağrım eziktir
Güle güle gelir canlar pâresi
Benim uzun boylu servi reftarım
Yüreğime bir od düştü yanarım
Kıblem sensin yüzüm sana dönerim
Mihrabımdır kaşlarının arası
Güzel ile muhabbete doyulmaz
Muhabbetten kaçan insan sayılmaz
Münkir üflemekle çırağ söyünmez
Tutuşunca yanar aşkın çırası
Pir Sultan’ım kat-i yüksek uçarsın
Selamsız sabahsız gelir geçersin
Dilber muhabbetten niçin kaçarsın
Böyle midir ilinizin töresi
Maddi dünyanın dertlerine sözlükler; “içinde bulunduğunuz kötü durum, sorun, sıkıntı, üzüntü, kaygı, tasa, hastalık, ağrı, ur gibi örnekleyerek tanımlamış. Derde, yıllanmış, bezdirici, süreğen problemler veya sonuca ulaşıncaya kadar insanı çok uğraştıran engeller de diyebilirsiniz.
Günümüzde dertlerin kaynağını ararken, nefis, bencillik, tüketim arzusu, kendine acıma psikozu benzeri satır başlarına rastlarsınız. “Seninki de dert mi?” diye söze başlayanlarla karşılaşırsınız. O kişiler, zaman geçer, ortamlar değişir bu kez: “Ne kadar saçma şeyleri dert edinmişim,” derler. Ama, bir başka saçmalığı dert edinmenin arkasına düşmüşlerdir.
Ömer Hayyam’dan üç dörtlük aktarmanın zamanı geldi:
Dert çekme boşuna, hep gül de yaşa;
Zulüm yolunda hakkı bul da yaşa;
Sonu yokluk madem bu dünyamızın
Yok bil kendini, özgür ol da yaşa.
Bu dünya iki kapılı bir han,
Girdi mi dertlere düşer insan.
Tanınmadan yaşamak en iyisi:
Elinde olsa da hiç doğmasan.
Dert de neymiş? O mu bizi ağlatacak?
O mu sevinç bayrağımızı yırtacak?
Gelin, atalım şunu gönül yurdundan:
Yoksa içimizde fitne çıkartacak.
Emir Sultan, 15. Yüzyıl içinde ünlenenmiş, saygı görmüş, gizemcilik özelliği ile de tanınmıştı. Menakıpname” adlı eseri vardı. Yalın ve akıcı deyişleri vardı. Bakalım derdine dermanı nerede buymuş:
“Gerçek aşıklara sala denildi
Dertli olan gelsin dermanı buldum
Ah ile vah ile cevlan ederken
Canımın içinde cananı buldum
19.Yüzyıl Türkmen şairlerinden Deli Boran, dertlere ilişkin bir duasında Allah’a şöyle yalvarıyor:
Kadir Allahım kadir / Kullara verme bu derdi / Ben çekerim ben bilirim / Düşmana verme bu derdi // Çeken bilir derdi çeken / Ne bilir geriden bakan / Cuş edip de bendi yıkan / Sellere verme bu derdi // Deli gönül menekşeden / Dertler gelir dört köşeden / Yeller eser her meşeden / Dallara verme bu derdi // Deli Boran yakar yıkılır / Kül olup yere dökülür / Urum’dan Şam’a çekilir / Bellere verme bu derdi…”
19. Yüzyılın iz bırakan âşıklarından Kangallı Ruhsatî, yaşadığı zamanın değişimlerinden yakındığı şiirinde, dertlerin bile değişime uğradığını söylüyor:
“Bir vakte erdi ki bizim günümüz
Yiğit belli değil mert belli değil
Herkes yarasına derman arıyor
Deva belli değil dert belli değil …”
Hasılı insanlar her zaman kendilerine dert edinecek bir konu bulurlar. Benim derdim yok diyenlere de pek inanmayıp, Aşık Veysel’e kulak veriniz:
Derdim türlü türlü yoktur ilacım
Hiçbir türlü bulamadım dermanı
Bir dost bulup dem sürmekti amacım
Gam kasavet çevreledi her yanı
“Dert olmak”, “Derde derman olmak”, “Derdini açmak”, “Derdini çekmek”, “Dert benim tasa senin mi?”, “Dert edinmek”, “Dert ortağı”, “Dert yanmak”, “Derdi günü”, “Derdini dökmek”, “Derdini Marko Paşa’ya anlat”,” Dertsiz başını derde sokmak”, “Dert değil”, “Dert anası – dert babası”, “Dert dert üstüne.”
Kargışlarımızın yani beddualımızın birçoğunda dert bulunuyor:
“Allah dert vere derman vermeye.”
“Dermansız derde düşesin.”
“Dert tuta.”
“Dert çekesin ölmeyesin.”
“Eski derdine dönesin. Evvel derman buldun; şimdi bulamayasın.”
Şu manide hem kargış hem alkış var:
“Eşeğe bin at görme, / Kemik yala et görme, / Yedi yıl sıtma tutsun, / Ondan başka dert görme.”
Maniler, sözlü halk edebiyatımızın yaygın türlerinin birini oluşturuyor. Dertleri konu alan manilerimiz, daha çok aşk özler, vuslata erememek üzerine söylenmişler.
Örnekler verebiliriz:
“Maydanoz ot değil mi / Yaprağı dört değil mi, / Yârim benden ayrıldı, / Bu bana dert değil mi?
“Ak koyun kara koyun, / Kabrimi derin oyun, / Ben bu dertten ölürsem, / Adımı dertli koyun.”
“Kara çadır is tutmaz / Beylik martin pas tutmaz, / Ben bu dertten ölürsem, / Elin kızı yas tutmaz.”
“Dertli dertli gezerim, / Dert bohçası çözerim. / Felek elime geçse, / Derisini yüzerim.”
Türküler vadisinde de de bir süre dertli dertli gezinelim:
Yazımızın başında söz ettiğimiz Fuzulî’nin gazelinde söz edildiği gibi en güzel dert aşk derdi. Aşk derdi için deli olunur. Tokat’ın, Zile ilçesi Çakırcalı köyünde Murtaza Kurt’tan Arif Meşhur’un derlediği türkü ne güzel anlatıyor:
Derdinden del-oldum inan vallahi
Ne yaman mestane bakar gözlerin
Derdi veren dermanını vermez mi?
Abu revan olmuş akar gözlerin.
Gâhı şadı hürrem gâhı bu gönül gamda
Sen güler oynarsın hep dertler bende
Zöhre yıldızının nişanı sende
Korkarım cihanı yakar gözlerin
Karacaoğlan’ı gurbete salan püsküllü dert elbette bir aşk derdiydi. Şöyle söylüyor:
“Aman Karacaoğlan aman bunaldım,
Aşkın çöllerinde şaşırdım kaldım,
Bir püsküllü derdi başıma aldım,
Bu azgın dert beni gurbete saldı….”
Türlü ağıtlar, ilahiler, kırık hava türküleri, uzun havalarda dertlerden dertlilerden sıkça söz edilir: Âşık Veysel’den alınan türküde ise bülbül derde derman olmak şöyle dursun, derde dert katma çabası içinde:
“Ne ötersin dertli dertli
Dayanamam zâra bülbül
Hem dertliyim hem firgatli
Yakma beni nâra bülbül
Ötme bülbül ötme bülbül
Derdi derde katma bülbül
Benim derdim bana yeter
Bir dert de sen katma bülbül…”
Neşet Ertaş’tan derlenen Kırşehir türküsü, dertli bir ananın yetim kalacak olan yavruları düşünülerek söylenmiş:
“Aman dünya ne dar imiş
Dert çekmesi ne zor imiş
İçerimde yare varmış
Dermanını arar oldum
Dertli dertli gezer oldum
Ben derdimi yazar oldum
Bu derdi ben çeke çeke
Hem canımdan bezer oldum
….”
Tunceli yöresinde İhsan Öztürk’ün Nesimi Çimen’den derlediği bir türkü var:
“Bülbül gibi bağlamışım kareler / Ayrılık derdine nedir çareler / Merhem kabul etmez dilde yâreler / Seher yeli sevdiğimden bir haber?
Ağıtlar, felâket üstüne söylenmiş şiirler, ezgilerdir. Eskiden Türklerde “yuğ” denirdi. Ölenin iyiliklerini, ölümünden duyulan acıları sayıp dökmek üzere, ölü çıkan evlerde yas toplantılarında okunur ağlanırdı. Yalnız kişi ölümleri değil; yangınlarda, sellerde, depremlerde, savaşlarda, benzeri afetlerde söylenen acı dolu şiirler de ağıttı.