Atalarımız “Bir musibet bin nasihatten iyidir” demişler. Musibetten gerekli pay alınırsa bu söz doğrudur. Alınmazsa tarih tekerrür eder. Sarıkamış Harekâtı, onlardan biridir. Topu topu onbeş gün süren bu hareket, bir bozgun, bir facia ve dünya savaş tarihinde örneği olmayan bir insanlık dramdır.
Bu dram, uzun süre, ulusumuzdan saklanmıştır. Gizlenmiştir. On binlerce vatan evladının, buz tutmuş dağlardan taşlardan yankılayan feryadı figanı, yalnız ağıtlarda yürekten yüreği dağlaya dağlaya günümüze gelmiştir.
Daha balkan harbinin yaraları sarılmadan, Samsun, Erzurum, Trabzon, Arabistan eyaletlerinden asker toplanmaya başlanmıştı. Enver paşa bu harekâtı bizzat yönetmek için Sarıkamış’a gelmişti: 16 Aralık 1914 Soğuk bir kış günü. Öğrencisi, öğretmenini azarlamaktaydı. “Hatalı davrandınız! Rus ordusu burada yok edilmeliydi. Şimdi hemen harekete geçip, Rus ordusunu Sarıkamış’ta yok edeceksiniz!”
Harp okulunun emektar komutanı Hasan İzzet Paşa, küstahlaşan öğrencisine: “Olmaz! Havaları görüyorsunuz. Her yerde kar var. Karakış başlamıştır. Bu şartlar altında, bu mevsimde harekât bir faciaya dönüşebilir. Kış şiddetini kaybetsin, yollar açılsın, düşmana haddini bildiririz.”
34 yasındaki Enver Pasa, asabileşerek: “Eğer hocam olmasaydınız, sizi idam ettirirdim!” demişti.
Enver Paşa, 18 Aralık 1914’te kıtalara hücum emri verdi. Taarruza katılan birliklerin büyük bölümü Arabistan’dan geri çekilen ve Güneydoğu Anadolu’dan sevk edilen, sıcak iklime alışkın ve teçhizatları itibarıyla soğuğa hazırlıklı olmayan askerlerden oluşuyordu.
Balkanlarda yapılan hataları “Bozgun” adlı kitabında yazan Albay Hafız Hakkı şimdi, Enver Paşa’nın hayallerini tetikleyenler arasındaydı.
“Turan’a buradan gidilir!” diye işaret levhaları konuyordu.
Enver Paşa acımasız emrini vermişti: “Saldırı sırasında her üst, bir adim geri atanı derhal tabancası ile öldürecektir.” Askerler, bu durum karşısında dillerinde kelime-i şahadet ile bilerek ölüme yürüyorlardı. Yürüdükçe terliyorlardı. Terler sıratlarında donuyor, ölüme bir adım daha yaklaşıyorlardı. Artık bu uzun yürüyüş sonucu askerler dökülmeye başlamışlardı.
Önce ayaklarda bir sızı duyuluyordu. Gündüz başlayan yürüyüşte yumuşayan çarıkları, gece donmaya, bir mengene gibi ayaklarını sıkmaya başlıyordu. Adım atamayacak hale geliyorlardı. Oldukları yerde zıplıyorlardı. Sızının ardından hissizlik başlıyordu. Bu parmakların donduğunu gösteriyordu. Sonra donma bileklere çıkıyor, asker aniden yere düşüyordu. Kurtların bile saklanacak bir delik aradığı bu havada, yere düşen bir askere kimse yardım edemiyordu. Asker, açlığın, yorgunluğun etkisiyle uyuşuyor, bir kenara kıvrılıp uykuya dalıyordu. Uyku ölümün kapısıydı. Önce vücudu kristal bir buz tabakası kaplıyor, ardından bütün beden, kaskatı kesiliyordu. Ölüm, tatlı bir uykunun ardından böyle geliyordu. Sağa sola serpilmiş, ayakları kolları havada, ağızları açık, gözleri buz mavisine dönmüş kas katı bedenleri araziye yayılıyordu. Ordu eriyordu.
Ölümün bu kadar yanı başında olduğunu gören erler çıldırıyor, çığlıklar içinde karanlıklar içinde koşmaya çalışıyor, bir daha geri dönmüyordu. Kimi askerler, intihar edercesine bir ağacın dibine usulca uzanıyor, ölümün kendisin bulması için şahadet getirerek bekliyordu. Ölüm sabırlı bir şekilde bekliyor, yere düşen askeri alıp götürüyordu.
Allahuekber dağları 26 Aralık gecesi, çıldıran, acı çeken, isyan eden ölmek istemeyen kaçan askerlerin çaresizlik içinde yürekleri parçalayan çığlıklarıyla inliyordu.
On beş saatlik yürüyüşün sonunda, 16.300 kişilik 30. tümenden geriye 1.400 asker kalmıştı. Düşmana karşı tek bir mermi atamamışlardı. Diğer birliklerin de bunlardan farkı yoktu.. Kayıpların sayısı, en iyimser tahminle 70 bin kişiydi. Bazı kaynaklarda bu sayı 90 bine ulaşıyordu. Sonuçta, yalnız bir gecede binlerce asker, beyaz karların üzerine cansız serpilmişti. Kalanlar ise açlıkla, bitlerle, tifüsle, soğuk algınlığı ve kangrenle uğraşıyorlardı.
Güneş ışıkları 27 aralık sabahı Allahuekber dağlarının yamaçlarına vurduğunda, sağa sola serpilmiş on beş bin askerin donmuş bedenini de aydınlattı. Bir gecede on beş bin asker bir tek kurşun atmadan donup gitmişti.
Sarıkamış harekâtına katılan kurmay subay Şerif Bey anılarında şöyle yazmıştı: “Yol kenarında karların içinde çömelmiş bir asker, bir yığın karı kollarıyla kucaklamış titreyerek feryat ederek dişleriyle kemiriyordu. Kaldırıp yola sevk etmek istedim. Beni hiç görmedi, zavallı çıldırmıştı. Bu suretle şu lanetli buzullar içinde biz belki on binden fazla insanı bir günde karların altına bıraktık ve geçtik.”
Bunlar Sarıkamış’ta bir haftada donan askerlerin bir bölümüydü. Aynı güneş Bardız ve çevresinde Sarıkamış’a giden bütün hatlarda bir hafta boyunca donmuş bedenler üzerinde parıldayacaktı. Isı biraz arttığında eriyen karların altında kardelen çiçekleri gibi, askerlerin soğuk bedenleri ortaya çıkıyordu.
Toplam şehit sayısı bilinmiyordu. Ama tümenler, kol ordular artık parmakla sayılacak kadar azalmıştı. Sürekli hücum emirleri veren Enver Paşa, Eline ulaşan pusulalardan durumun vahametini anlamıştı. Bir kareli kâğıt çıkardı vasiyetini yazmaya başladı.
İstanbul’a çekilen telgraflar yaşanılanlardan farklıydı:
“Kafkasya dağları ve tepeleri beyaz bir örtüyle örtülüdür. Kar hemen hemen bir metreyi geçmiştir. Harekâttaki sessizlik bundandır. Kahraman askerlerimizde ilerleme isteği o kadar çoktur ki, ellerinden gelse soluklarıyla karları eritip yol açacaklardır. Karı daha az olan kesimlerde kahramanlarımız başarılar elde ediyorlar. Dün süngü saldırısıyla düşmandan iki mevzi ele geçirilmiştir.”
Hafız Hakkı Bey 6 Ocak tarihli raporunda “İki kanadı da bozulan 10 uncu Kolordunun ne dayanacak ne de ricat edecek hali kalmadığını, elde ne kalmış ise 5-6 Ocak gecesinde geriye doğru bunları kurtarmaya karar verdiğini” belirtiyordu.
8 Ocak günü Enver Paşa her şeyin bittiğini kabul edercesine İstanbul’a dönmeye karar verdi.
Sarıkamış harekâtı Türklerin ağır yenilgisiyle sona ermişti. Onbeş gün süren savaşın sonucunda, İçinde general ve subayların da bulunduğu yedi bin asker esir düşmüştü. Bu savaştan 12 bin asker sağ kurtulmuştu. Savaşa katılan yüz yirmi bin askerden bu rakam düşülünce, Sarıkamış harekâtında yüz bir bin kişi kayıptı. Bunlardan kaçı salgın hastalıklardan, kaçı çatışmalardan kaçı donarak şehit olmuştu. Yine bu rakamın içinde kaç firar vardı? Bilinmemektedir.
Sarıkamış’ta donmaktan kurtulan askerler, bu kez tifüs salgınından ölüyorlardı.
Enver Paşa, Sarıkamış’tan İstanbul’a gelirken İran üzerinde Kafkaslara geçerek ihtilaller yapmaya gönderdiği Amcası Halil Paşa’yı geri çağırdı. Sivas’ta buluştuklarında ağzından bir tek cümle çıktı: “Bütün ordu mahvoldu.”
Sıra şiirimizde:
Destan değil, bir yas, bir feryat, figan,
Yangınlarda üşür Sarıkamış’ta.
Allahuekber’de binlerce fidan,
Büyür üçer beşer Sarıkamış’ta,
Ormanlardan taşar Sarıkamış’ta.
***
Bu kadar kolay mı alın yazısı
Doksan bin ananın körpe kuzusu,
Dağların taşların yürek sızısı
Sızım sızım aşar Sarıkamış’ta,
Duygu duygu coşar Sarıkamış’ta,
***
İnat uğruna ne ümitler sönmüş,
Yapışmış tetiğe parmağı donmuş,
Kardan kefenine kargalar konmuş;
Ağıt olur yaşar Sarıkamış’ta,
Yaşar gözüm yaşar Sarıkamış’ta.
***
Baş açık, sırt çıplak, dağlara çıkmış,
Donmuş çarıkları ayağı sıkmış,
Rus değil, Mehmet’i kaderi yıkmış;
Vurulmadan düşer Sarıkamış’ta.
Cümle alem şaşar Sarıkamış’ta,
(https://www.youtube.com/watch?v=pQI7-OEXWMM&ab_channel=ArtVision)
Enver Paşa’nın iki kızı, bir oğlu vardı. Oğlu Ali Enver’i hiç görememişti. Oğlu 1938’de Türkiye’ye gelmiş, hava subayı olmuş, sonra istifa etmiş, Avustralya’ya elçilik görevlisi olarak atanmıştı. Bir gece dağ yolculuğunda eşiyle beraber yolunu kaybetmişti. Eşini cipte bırakıp kendisi su içmek için ırmağın kenarına inmişti. Su içerken düşmüş, başını taşa çarpıp bayılmıştı. Sabahleyin 53 yaşındaki Ali Enver’i donmuş olarak bulmuşlardı.
Bütün bunlardan alacağımız pay nedir? Üzerinde yaşadığımız vatan toprağı kolay elde edilmedi.
Balkan Savaşlarından Sarıkamış Harekâtına, Çanakkale Muharebelerinden Kurtuluş Savaşına kadar bir nesli yuttu. Türkiye Cumhuriyeti’nin temelinde bu savaşların ve bu kuşağın harcı vardır.