Bazen hikâyelerle, bazen alıntılarla, bazen de yaşadığım olaylardan örneklemeler ile çeşitli sorunlara değindiğim veya ironi yaparak ilgilileri ve siyasileri göreve davet ettiğim köşe yazılarıma (makalelerime) ilgi gösterip yorum yapan birçok takipçim ve okurum ekonomik konulara da değinmemi ve yapılmayanları yazmamı istiyor.
Aslında yazdıklarımın hepsi direkt olmasa da bu yapılamayanları kamuoyuna taşımak ve takibini sağlamak üzerine.
Hikâyeler de o yaşanmışlıkları anlatarak doğru olanı gerçeği göstermek.
Atlanan başka bir konu ise; ne yazarsak yazalım bir kesime yaranamamak. Bugüne kadar böyle bir beklentim ve amacım olmadığı için her imam gibi ben de bir yazar olarak bildiğim, gördüğüm ve okuduğum konuları yazmaya devam edeceğim.
Geçen hafta çiftçilerimizin yaşadığı sorunları Kurtuluş Savaşı sonrasındaki bir hikâye olan “Öküz ve Merkep” başlıklı yazımda dile getirmiş ve aynı sorunların geçen bir asra rağmen devam ettiğini gözler önüne sermiştim.
Bu hafta da yine bir “Merkep” yani “Eşek” hikâyesini anlatarak nasıl yanlış yapıldığını veya doğrusunu bilmeden neye inanıldığını dilim döndüğünce sizlere nakletmeye çalışacağım.
Bu hikayemizin geçtiği yer Amasya’nın Gümüşhacıköy ilçesinin bir köyü. Hikâyeyi aktaran kişinin de ilçede öğretmen olarak çalıştığı yıllarda Gümüşhacıköy’de yaşayan birinden dinleyip günümüze aktardığı söyleniyor.
Bundan yaklaşık seksen yıl önce 1940-50 yılları arası Gümüşhacıköy ilçesinin bir köyünde yoksul bir genç yaşarmış. Kimi kimsesi yokmuş. Bundan dolayı köyde kimse kız vermemiş. Evlenememiş. Bu yoksul köylünün sadece yaşlı bir eşeği varmış. Onunla dağa gider, odun toplar, taşır, odunları eşeğine yükler, şehre götürür, satar, kazandığı para ile acil ihtiyaçlarını karşılarmış. Günler ayları, aylar da yılları kovalar, hep böyle geçermiş.
Kimi kimsesi olmayan yoksul genç, yine bir gün dağa oduna gitmiş. Topladığı odunları eşeğine yüklemiş ve satmak için şehrin yolunu tutmuş. Yolda kimseciklerin olmadığı bir anda aniden yaşlı eşek ağır yük altında yere çökmüş.
Yaşlı eşek acı içinde inlerken fakir köylü telaşlanmış. Hemen eşeğin üzerindeki odunları yere indirmiş ve hayvanın semerini çözmüş. Bir süre sonra acılar içinde inleyen eşek oracıkta ölüvermiş.
Yoksul genç, başını iki elinin arasına alarak başlamış ağlamaya. Sağa bakmış, sola bakmış, yola bakmış, ne gelen var, ne giden. Fakir genç ölen hayvanı için çok üzülmüş. Nasıl üzülmesin ki? Dünyadaki tek varlığı ona yardımcı olan eşeğiymiş.
Eşeğine son vefasını yapmak için kazmayı küreği alarak başlamış yol kenarında mezar kazmaya. Ağlaya ağlaya kazdığı çukura eşeğini gömmüş. Toprağı iyice yükseltmiş ki mezar olduğu anlaşılsın. Kalın odunlardan hayvanın baş ve ayak uunu mezar tahtası dikerek tam bir mezar haline getirmiş.
İşini bitirip gideceği sırada yoldan birilerinin geçtiğini gören genç, mezarın başına çömelmiş ve ellerini açarak duaya durmuş.
Onun bu durumunu gören yolcular merak edip sormuşlar: “Başın sağ olsun. Ölen kimdi?”
Yoksul genç göz yaşları içinde; “Kara toprağa verdiğim dünyadaki tek varlığımdı. Her şeyimdi, varımdı, yoğumdu, dayanağımdı, işimdi, aşımdı. Bana her şeyi o verdi. Mezara koyduğum rızık kapımdı”.
Bunu duyan yolcular çok üzülmüşler. Sabır dileyip gitmişler.
Eşeği mezara koyan genç, çaresiz köyüne dönmüş. Günlerce işsiz güçsüz, parasız pulsuz, avare avare gezmiş. Sonunda “Köyde kimsem kalmadı” diyerek gurbete çıkmaya karar vermiş.
Önceleri büyük şehre alışamamış. Geldiği köyüne hiç mi hiç benzemiyormuş İstanbul. Ama kararlıymış. Her işte çalışmış. Çalıştıkça kazanmış, kazandıkça gayrete gelmiş. Bakmış ki köyde iken yılda kazandığını burada bir ayda kazanıyor azmi daha da artmış. Yeterli para kazandığını düşündüğünde evlenme zamanının geldiğini de hesaba katarak helal süt emmiş biriyle evlenmiş. “Doğduğun yer değil doyduğun yer evindir” diyerek yuvasını kurup çoluk çocuğa karışmış.
Aradan uzun uzun yıllar geçtikten sonra zenginleşen genç köylü baba evine özlem duyup köye dönmeye, ziyaret etmeye karar vermiş. Köyü, tozlu yolları, yıkık dökük evleri, hele çalışmaktan nasır tutmuş elleri, bakımsızlıktan çatlamış dudakları olan köyün insanları hasret olup gözünde tüymeye başlamış.
“Eşine ve çocuklarına, artık dayanamayacağım, memleket gözümde tütüyor, bir gideyim de dolaşayım” demiş ve İstanbul’dan yola çıkıp Gümüşhacıköy’e gelerek tanıdıklarla kucaklaşmış, muhabbet ederek hasret gidermiş.
Artık köye araba ile gidilebildiği için köyün arabasına binmiş ve yola çıkmış. Araba tıklım tıklım dolu, ama kimseyi de tanıyamamış. Araba köye doğru yol alırken yolda kendi kendine “Hey gidi günler! Nereden nereye! Eşekle gittiğim yere araba ile gidiyorlar” diye aklından geçirmiş.
Sonra birden aklına eşeği gelmiş ve dün gibi hatırladığı yer aklına düşmüş. İçinden “Şimdi dümdüz toprak olmuştur” diye düşünmüş.
Bindiği araba eşeğini gömdüğü yere yaklaştığında araç durmuş ve içinden birçok yolcu inmeye başlamış. Şöyle camdan dışarı baktığında bir de görmüş ki eşeği gömdüğü yerin civarı yem yeşil ağaçlarla dolu. Yeşilliğin ortasında kırmızı kiremitli bir bina, çevresinde de insanlar dolup taşıyor.
Dayanamayıp aracın sürücüsüne sormuş; “Burası neresi?”.
Arabanın sürücüsü; “Beyim burası Rızık Baba Türbesi”.
Adamın şaşkınlığı daha da artmış; “Nasıl yani?”.
Şoför başlamış anlatmaya; “Buranın ziyaretçisi çok. Her gün yüzlerce insanı buraya getirip, götürüyoruz. Burada yatan evliya; işi olmayana iş, aşı olmayana aş, eşi olmayana eş, çocuğu olmayana çocuk, hasta olana şifa, ne dilersen ne murat edersen her bir şeyi veriyor” demiş.
Adamcağız şaşkınlıktan dili tutulacak olmuş. Diğer insanlarla beraber o da inip şöyle bir kontrol etmiş ki kesinlikle burası eşeğini gömdüğü yer. Eşeğin mezarı üzerine türbe yapılmış meğer.
Bir kenara oturup kendi kendine düşünmeye başlamış. “Bu nasıl bir iş? Bunu kim yapmış ola ki, bilerek mi bilmeyerek mi yapmış? İnsanlar bilmeden nasıl bir yanlışa düşmüşler?”.
Acaba ne yapmalı diye de bir yandan karar vermeye çalışıyormuş. Acaba gerçeği açıklasın mı, yoksa aman! Olan olmuş! Kime ne zararı var deyip çekip gitsin mi? Bir süre düşündükten sonra sonunda karar vermiş
“Yazık değil mi? Bunca insanın umutlarına. Kim bilir nerelerden ta buralara gelip umuda yolculuk ediyorlar. Gerçeği açıklayacağım” diyerek yüksek bir yere çıkıp, biraz korku, biraz heyecan içinde sesi titreyerek; “Dostlar beni dinleyin! Size çok önemli bir şey açıklayacağım!” diye haykırmış.
Sesi duyanlar gelmişler, etrafında toplanmışlar. Adamcağız cesaretini toplayarak devam etmiş; “Ziyaret diye geldiğiniz bu yer, evliya diye medet umduğunuz, iş istediğiniz, aş istediğiniz, çocuk dilediğiniz, şifa umduğunuz bu türbede yatan evliya değildir”.
Adamcağızın “Evliya değildir” sözü ağzında dökülünce kalabalıktan bir dalgalanma başlamış.
Bağırarak: “Sen kimsin? İn misin cin misin? Bizim evliyamıza nasıl saygısızlık edersin?” demişler.
Adamcağız; “Can dostlar! Ne olur beni dinleyin. Ben ne inim ne cinim. Bu yolun ulaştığı köydenim. Yıllar önce köyümden ayrıldım. Şimdi de köyümü ziyarete geldim”.
Kalabalıktan birisi yüksek sesle; “Madem yıllar önce köyünden ayrıldın, ziyarete geldin ne hakla bizim evliyamıza laf ediyorsun?” deyince, Adamcağız yeniden cesaretini toplayarak; “Yıllar önce ben yoksul bir gençtim. Şehre odun götürürken tam eşeğim burada ölmüştü. Onu çok sevmiştim. Onu buraya gömdüm. Üstüne mezar yaptım. Şimdi türbe yapmışlar. Burada yatan evliya değil benim yaşlı eşeğimdir” diye anlatmış.
Adam “Burada yatan evliya değil benim eşeğimdir” deyince önce derin bir sessizlik olmuş. Kim ne diyeceğini, ne söyleyeceğini bilememiş. İnsanlar birbirine bakmış.
Sonunda kalabalıktan birisi; “Ne oluyor yahu. Kim bu adam? Tanıyan bilen var mı? Deli mi, mecnun mu, meczup mu? Nasıl bizim evliyamıza Rızık Baba’mıza hakaret eder? İndirin şu adamı!” der demez. Kalabalık hemen adamcağızı yere indirmişler. Başlamışlar vurmaya, tekmelemeye. Kafa göz girişmişler adama. Adamcağız aldığı darbelerle kendinden geçmiş.
Her yanı kan revan içindeyken kalabalıktan birisi; “Siz ne yapıyorsunuz? Evliyanın başında insan dövülür mü?” diyerek kalabalığı yatıştırmış.
Kanlar içinde kalan adamcağızı alarak Gümüşhacıköy’e sağlık ocağına ulaştırmış. Allahtan ki aldığı yaralar fazla ciddi değilmiş. Yaralar temizlenmiş, pansuman yapılarak taburcu edilmiş.
Adamcağız çok şaşırmış. Memlekete geldiğine bin pişman olmuş. “Ama bu böyle olmaz” demiş. Doğruca ilçe kaymakamlığına gitmiş. Kaymakama olup biteni baştan sona anlatmış. İlçe kaymakamı; savcıyı, jandarmayı alarak olay mahalline gitmiş.
İncelemeden sonra Rızık Baba Türbesi’ndeki mezarın açılmasına karar vermişler. Mezar açılınca içinden boylu boyunca yatan eşek iskeletinin kemiklerini bulmuşlar. Resmi zabıt tutup, türbeyi mühürlemişler. Olay böylece aydınlığa kavuşmuş.
Ama yazımı okuyan siz takipçilerim sizce bundan sonra ne olmuş? Bundan sonrası daha önemli çünkü.
Buranın türbe ve içinde yatanın da evliya olduğuna inanan insanlar aralarında dedikoduya başlamışlar.
Anlatılanlara göre; aslında burada yatan evliya Rızık Baba, mezar açıldığında kendini gizlemek için eşek kılığına girmiş. Mezarı açanlara da bu yüzden eşek gibi görünmüş.
O mezarın şimdiki konumunun türbe gibi olmasa da yine de ziyaretçileri olduğu ve yolu düşenlerin Rızık Baba’ya dua edip ondan aş, iş istedikleri.
Velhasıl artık kimin eşeklik yaptığı da kimsenin umurunda değil.
Benden biraz uzun olan bu hikâyeden sonra siz değerli okurlarıma ve takipçilerime sağlıklı ve mutlu günler dilemek düşüyor. Her birinizi haftaya yeni bir makalemde buluşmak üzere Allah’a emanet ediyorum.
Kalın sağlıcakla…