Hayatımızdan çıkmaya yüz tutmuş bir geleneğe kırsal kesimden bir kaç örnek vermek için bir ilgi çekici yazıya başlayacağım. Bu geleneğin adı, imece.
Folklor Penceremizden günümüzden geçmişe, geçmişten günümüze türlü insanî hallerimize bakıyoruz. Gördüklerimize dudak büküp “küf kokulu nostalji” diyenler yanılıyorlar.
Folklorumuza, kültürümüze küf kokulu nostalji diyenler bizlere neler unutturmadı, neler kaybettirmedi?
Kedilerini, köpeklerini bile tanıdığınız sokakları, oyun bahçelerini, televizyonsuz odalarda dostlarla yapılan sohbetleri, selamlaşmayı yitirdik.
Helal parayı, tasarrufu, cömertliği, açı toku, hastayı yaşlıyı düşünmeyi, sevgili, saygılı, hoşgörülü olmayı yitirdik.
Domatesin kokusunu, karpuzun çekirdeğini, patatesin lezzetini yitirdik.
Taşta tarihin, motifte kültürün, desende medeniyetin iz sürümünü yitirdik.
Hak etmeyi, had bilmeyi, sabır ve sebat etmeyi, olgunluğu, onurluluğu, utanmayı, adil ve vicdan sahibi olmayı, nezaketi, zarafeti, görgü kurallarını, zaman ve mekânın bütün izdüşümlerinde yitirdik.
Bir başka anlatımla yüreğimizi ve belleğimizi yitirdik.
Toplum olarak, huzursuz, kararsız ve yararsız kıpırdanmalar; karışık kafalar, ne geçmişini, ne çağını, ne geleceğini tanımlayabilen anlamsız, köksüz bir savruluş içindeyiz.
Savrulan yüreklerin üretebildiği, güdük sevgiler, sahip çıkılamamış bir aidiyet; yani asabiyet, yani itaat, yani teslimiyet içindeyiz.
Baktıran ama göstermeyen, duyuran ama işittirmeyen, doyuran ama beslemeyen, çok acıtan ama yitirdiği, bitirdiği, götürdüğü onca şeyi hiç hissettirmeyen, elmaslarımızı alıp yerine parlatılmış cam parçaları veren bu ‘çiğ çağ’ın yıkıcı etkisinden bizi koruyacak üç şeye gereksinimimiz var. Eskilerin diliyle:
Akl-ı selim,
Kalb-i selim,
Zevk-i selim.
Yani doğru akıl, temiz kalp, üstün beğeni.
Yani sağduyu, gönül, estetik.
Yani doğruluk, iyilik, güzellik.
Başka da bir yol yok!
Şimdi düştüğüm hale güleceksiniz. Kimi zaman bir odadan bir odaya geçerken, niçin geçtiğimi unutuyorum. Ama kimi zaman da belleğim, o kadar uzun yıllar gerisinden; sesler, görüntüler, anılar yansıtıyor ki, durdurabilirsen durdur.
Durup dururken bir çocuk şarkısı takıldı kaldı. Hani o televizyon yarışmasında denildiği gibi, “haydi değiştir” değişmez:
“Bir tek elin nesi var? / İki elin sesi var! / El üç olsa, güç artar, / Dört el işi tamamlar! / Verelim biz el ele / Birlik olalım hele! / Birlik olan insanlar, / Kavuşur en güzele..”
Rahmetli Mehmet Faruk Gürtunca’nın bu şarkısındaki bir el, iki el, üç el takıntısından kurtulayım derken, bu kez çocukluk günlerinde okuduğumuz bir monoloğa yakalandım.
Şimdi de okutuluyor mu bilmem. Parmakların anlatıldığı monologda, her parmak için yakıştırılmış komik öyküler, peş peşe sıralanıyordu.
Öykü içinde anlatılan öykücüklerin birini anımsayacaksınız. Çocuk iki yaşına vardı mı, ablası, ağabeysi, ya da annesi onu bir köşeye oturtur, sonra minnacık elini alarak avucunu açar ve anlatmaya başlar…
Şuraya bir kuş konmuş; bu tutmuş, bu kesmiş, bu pişirmiş, bu da yemiş. Tutan başparmaktır. Kesen işaret parmağı; pişiren orta parmak, yiyen de yüzük parmağı. Şimdi sıra serçe parmağa geldi. Sözde bütün işler yapılırken o da okulda imiş.. Okuldan gelince bir de bakmış ki kuşların tüyleri ile incecik kemiklerinden başka şeycikler kalmamış. O da başlamış bağırmaya: “Hani bana hani bana!”
Bir el, iki el, üç el derken; konu daha kolaylaştı. Bir parmak, iki parmak, üç parmak.. Yediğimiz yemekten, yazdığımız yazıya, duvardaki tablolardan, müzelerdeki heykellere, yüreklerimizi titreten müziğe kadar pek çok şeyi bir parmakla başarmanın olanaksızlığını, düşündüm.
Şaka bir yana, sözü imeceye getireceğim. Sözlükleri açıp, imece kelimesinin karşısına baktığımızda, aşağı yukarı:
“Kırsal topluluklarda köyün zorunlu ve isteğe bağlı işlerinin köylülerce eşit koşullarda, emek birliği ile gerçekleştirilmesi” veya “Bir çok kimsenin toplanıp elbirliği ile bir kişinin ya da bir topluğun işini görmesi, böylece işlerin sırayla bitirilmesi” tanımlarıyla karşılaşırsınız.