Üzerinde yaşadığımız Dünya yaşlı mı genç mi bilemem. Fakat sizlerin de yapacağı kısa bir araştırma sonucu ulaşabileceğiniz şu sonucu sizlerle paylaşabilirim.
Bilim insanlarının yaptıkları araştırmalara göre Dünya’nın yaşının dört buçuk milyar yıl olduğu tahmin edilmektedir. Şu an miladi takvim yılına göre 2024 yılındayız. Yazının icadı M.Ö. 3200 yıllarına tekabül etmekte. Bilinen tarih de yazının icadı ile başlıyor. Yani bilinen tarih çağlarından yaklaşık 5000 yıllık tarihi biliyoruz. Tarih öncesi çağları da M.Ö. 10000 yıllarına kadar buluntular ve incelemelerle tahmin edebiliyoruz. Arkeologlar Dünya üzerinde insanoğlunun 350-400 bin yıl öncesine kadar izlerine rastlandığını haber veriyor.
Bu girizgâhı biraz farklı düşünmeniz için, günümüz şartlarında bir insanın ömrünün ortalama 80 yıl sürdüğünü varsayarak yaptım. Milletlerin, devletlerin ömrü de hakeza buna kıyasla biraz daha fazla. Bizlere vatan olan Anadolu coğrafyasının tarih içerisinde hangi kavimlere, milletlere, topluluklara… ev sahipliği yaptığı mâlûm. Orası bir diğer ve uzun bir bahis. Ben özelde Çanakkale ve isminde var olan Kale’ye dikkatlerinizi çekmek istiyorum. Çanakkale isminin de nereden geldiğine cevap olması hasebiyle. “Boğazın en dar yerinde Fatih Sultan Mehmet döneminde Rumeli yakasında Sestos dolaylarında Kilitbahir, Anadolu yakasında Abydos dolaylarında Sultaniye (Kale-i Sultaniye) ya da Çanak Kalesi adı ile anılan kaleler yapılmıştır. Bugünkü Çanakkale İli’nin adı Anadolu yakasındaki Çanak Kalesinden gelmektedir.” (1)
Çanakkale tarihi çok eski dönemlere kadar uzanmaktadır. Bu kısa denemede amacımız tarih dersi vermek değil. Fakat dikkatleri yaşadığımız coğrafyanın, bizlere memleket olan toprakların ne kadar önemli bir yerde durduğuna çekmek.
Güzel memleketimiz Çan ilçesinde doğan bir hemşeriniz olarak 1976 yılında 18 Eylül İlkokulu’nda eğitim öğretim hayatına başladım. Dört veya beşinci sınıfa geldiğimizde ilk defa okul gezisi ile Çanakkale Şehitler Abidesi gezisine katıldım. Bu benim Çanakkale’ye de ilk gidişimdi. (İlkokul öğretmenlerim Mustafa Kaş ve Şaban Öztürk iyi ki varlar. Ellerinden öpüyor, sevdikleri ile sağlıklı ömürler diliyorum.) Tabi aklımda kalan sadece tarihi yerler, kadim medeniyetimizin izleri değil; Çan Çanakkale arası uzun otobüs yolculuğumuz.
Nasıl unutabilirim ki? 70 km.lik yol iki buçuk saat kadar falan sürüyordu. Dağların arasında kıvrım kıvrım giden otobüsümüz, tabiri caiz ise kağnı hızı ile ilerliyordu. Ömrünün en uzun yolculuğunu yapan ben ve benim gibi birkaç arkadaş daha maalesef büyük bir eziyet içerisindeydik. O güzelim doğa manzarasını seyretmek yerine, otobüsün tutması nedeni ile hiçbir şey görme lüksümüz yoktu. İçimizden dua ediyor, bu eziyetli yolculuğun bir an önce nihayete ermesini temenni ediyorduk.
Otobüsümüz büyük bir homurtu ile durduğunda, öğrenciler öğretmenimizin; “Yarım saat ihtiyaç molası veriyoruz. Hiç kimse uzaklara gidip kaybolmasın.” Uyarıları ile neşe ile otobüsten inmeye başladılar. Ben de şükrederek temiz havaya kendimi bıraktım. “Oh, dünya varmış.” Temiz hava ile kendimize gelmiştik. Burası Balaban imiş. Balaban Çeşmesinin buz gibi suyu ile yüzümüzü yıkamak sanki bize yeni bir hayat verdi. Sonra Tahta masa ve sandalyelerin olduğu iki katlı kagir bir evin olduğu bahçeye geçtik. Ulu ağacın altında Atatürk’ün İran Şahı Rıza Pehlevi ile 1934’te burada kahve içtiklerini açıklayan tabela ile farklı bir boyuta geçivermiştik. Derslerde okuduğumuz Cumhuriyetimizin kurucusunun yaşadığı, bulunduğu yerlerden birinde olmak bizler için çok değerliydi.
Balaban’dan sonra yolculuğumuz daha bir güzel geçti. O zamana kadar yine derslerden bildiğim Atik Hisar Barajı’nın yanından geçtiğimizi unutamıyorum. Baraj tanımını çok iyi biliyordum fakat ilk kez bir baraj görüyordum.
Şehitliklere ne zaman nasıl geldik pek hatırlamıyorum. Fakat zannedersem vakit öğleyi bulmuştu. Şehitliklerin alt tarafında denize çok yakın bir alanda çamların altında piknik vaziyetini çoktan almıştık bile. Annelerimizin yanımıza koyduğu zeytin, peynir, haşlanmış yumurta, poğaça ve kurabiyelerden oluşmuş menülerimizle güzel bir beslenme yaptığımızı hatırlıyorum.
Ardından öğretmenlerimizin rehberliğinde Çanakkale Şehitler Abidesi’ni huşu ile ziyarete başladık. Bu toprakların bizlere vatan olması için canlarını feda eden şehitlerimize minik avuçlarımızı açıp dualar ettik. Şehitliğin altında müze olarak düzenlenen alanda hiç unutamadığım anlardan biri havada çarpışarak birbirine giren kurşunlardır. Ne müthiş bir savaş olduğunun beklide en bariz belirtisi. Yine şehit mezar taşlarını dikkatle okuduğumuzu hatırlıyorum. Niye mi? O yıllarda hâlâ yaşayan Çanakkale Savaşı gazileri hayattaydı. Okulumuza bunların getirilip okulumuzun üst kat salonunda konuşturulduklarını hayal meyal hatırlıyorum. Ne güzel bir çalışma. Rabbim ölmüşlerimize rahmet eylesin, böyle güzel işlere vesile olan tüm eğitimcilerimizden de razı olsun. Bizler Çan’ımızdan şehit olanların mezar taşlarını görmeyi bu hatıralardan dolayı daha bir arzular idik. Sonraki yıllarda Çanakkale Seramik Fabrikaları bu gazilerin hatıralarını kitaplaştırmıştı. İnşallah güncellenip tekrar okuyucu ile buluşur.
…
Bu benim ilk Çanakkale ile buluşmamdı. Sonrasında her gidişimde bu ilk hatıralarım hayal meyal gözümde canlanır. Başta Çanlı hemşerilerimiz olmak üzere tüm vatandaşlarımız Çanakkale’yi tanıyarak ziyaret etmelidir. Tarihin Neolitik Çağlarına kadar inen katmanları Truva ile başlayıp, Gelibolu’ya ilk geçen kabri Bolayır’da medfun olan Süleyman Paşa ile devam edip, Fatih Sultan Mehmet Han ile taçlanıp, Çanakkale Savaşları ve Mustafa Kemal Atatürk ile hemhal olan Çanakkale’yi tam bir özümsemelidir. Tüm bu saydığımız yerleri okumalarla zenginleştirip rotalarını ziyaret ettiklerinde, tarihi belgelerde geçen Bigalı’nın Biga’da değil Ecabat ilçemizin bir köyü olduğunu benim gibi hayretle fark edeceklerdir.
Yerimizi birazcık zorladık. İlerleyen yazılarımızda devam ederiz inşallah.