Razgrad’tan Çan’a İnsan Huzur ve Refahına

Yayınlama: 12.01.2025
Düzenleme: 12.01.2025 20:08
83
A+
A-

Büyükpaşa Köyümüzün sakinlerinden merhum komşularımız Çırak Halil ile Kiremitçi Mehmet Ali, atalarından, dedelerinden duyduklarını, öğrendiklerini ballandıra ballandıra anlatmayı çok seven çok tatlı ihtiyar amcalardı. 1980-1990’lı yıllarda vefat ettiler. Allah her ikisine de rahmet eylesin. Namaz çıkışlarında köy kahvesinde onlara birer çay/oralet söyleyip onları konuşturmaktan büyük keyif alırdım. Anlattıklarına göre bizim Büyükpaşa Köyünde Osmanlı’nın ilk dönemlerinde yerleşen manav, yani yerleşik hayata geçen eski Türk boylarından yedi sülaleden oluşan ve Çan’ın Kayıp Mirası eserimde de bahsettiğim, kadılık merkezi olabilecek kadar önemli bir ahali grubu yaşamaktaydı. 1880’li yılların başında Osmanlı Rus Harbinin, diğer adıyla 93 Harbinin ağır sonuçlarından sonra, Balkanlar’dan önce Edirne’ye oradan da tüm Anadolu’nun ulaşılabilen merkezlerine iskân edilen göçmenlerden 10 kadar aile de Büyükpaşa Köyümüzde iskân edilmişler.

Bugün Bulgaristan sınırları içinde Deliorman bölgesi Razgrad’tan, Osmanlı dönemindeki adıyla Hazergrad’tan göç eden bu aileler arasında Davutoğlu Davut isimli bir dülger ama o mesleğinin yanında çok hünerli bir zat varmış. Dülger demek malumunuz, ağaçtan tahta, tahtadan evler, damlar yapan usta demek. Göçün ilk yıllarında elindeki hünerler sayesinde köylünün gönlünü kazanan Davut Dedemiz, yani bendenizin dedesinin dedesi, kısa sürede Büyükpaşa Köyümüzün çehresini değiştiren adam oluvermiş. O yıllarda bizim yerli manavlarımız, kerpiçten tek katlı ve çoğu düz çatılı evlerde soba kültürü olmadan bir odanın içindeki ocaklarda ısınarak ve yemeklerini pişirerek yaşarlarmış. Kerpiç evlerinin içini dışını kireç söndürerek beyaza boyamak da pek bilinmezmiş. Davut Dedemiz ilk iş olarak kendisine tahsis edilen bahçeye kısa sürede o zamana dek köyümüzde olmayan çatılı, badanalı, maşıngalı/kuzineli bir ev inşa edince köyün ileri gelenleri bize de yap deyip sıraya girmişler. Hatta Sefer Ağa, Kıvılcım Ağa, Ali Osman Ağa, Hatıp Ağa gibi zenginler evlerini iki kat ve balkonlu olarak yaptırmışlar. Köyümüzde hala o iki katlı, hanay denilen evlerimizden kalanlar ve tamir edilip içinde oturulanlar var. Davutoğulları sülalesinin dönemimizdeki temsilcisi ve 10 yıl kadar önce rahmet-i Rahman’a kavuşan merhum Davut Amcam, yaşamanın bir döneminde kuzine ve soba imalatıyla sülale mesleğini devam ettirmişti. Merhum Kiremitçi Mehmet Ali, “Benim dedelerim de kiremitçilik mesleğini Davut Dede’den öğrenmişler. Oğlanım, bizim köye Avrupa 200 yıl önce girmiş” der gülerdi.

1950’li yıllarda devletimiz bu kez, Çan ve benzeri ilçelerde her köye bir roman aile vatandaşımızı iskân etme projesi gerçekleştirmiş. Köyümüze de bir roman aile yerleştirilmiş o yıllarda. Ben kendisine yetiştim, Merhum Rasim Usta, evinde oluşturduğu körüklü atölyesinde köyümüzün ve yakın köylerimizin ihtiyacı olan çapa, kazma, kürek, tırmık, keser, bıçak hatta pulluk gibi demirden imal edilebilecek her şeyi müthiş bir ustalıkla imal ederken, ailesi ve çocukları da, Kocabaş çayı kenarından topladıkları sazlarla çeşitli sepetler örer satarlardı. Köyümüzün ekonomisine, sosyolojisine hatta kültürüne önemli bir katkıları oldu bu ailenin de.

Bütün bunları sırf nostalji olsun diye anlatmadım elbette. Allah nasip etti, Antartika hariç beş kıtada, 70’ten fazla ülkede seyahat etmek, yüzlerce farklı kültürü deneyimlemek nasip oldu. Hatta bu seyahatlerimdeki izlenimlerimi “Dünya Dedikleri” ve “Mayna Kanadında Taşkent” isimli iki adet çok satan kitabımda da yazma ve yayınlama imkânım oldu.

Nasıl özetlersiniz derseniz, kesinlikle şunun altını çizmek isterim:

Bir ülkede ne kadar farklı ırk, kabile, dil, din, kültür ve farklı yaşam biçimi, eşit ve anayasal garantiye alınmış vatandaşlık imkânlarıyla bir üst kimlikte buluşup, siz deyin bir Millet, ben diyeyim yurttaş olabilmeyi başararak Allah tarafından kendilerine bahşedilen yeteneklerini ülkelerinin menfaatine sevk edebiliyorlarsa o ülkeler en yaşanabilir ülkeler oluyorlar. ABD, Avustralya, Kanada, Yeni Zelanda, Almanya, İngiltere, Rusya, Singapur, Malezya, bizim geçmişimizde Selçuklu ve Osmanlı tam da anlatmak istediğime uygun ülkeler. Fakat bir başka grup ülkede de, tektipçilik, bir dilin, bir kültürün hatta bir dinin hegemonyası çok bariz hissediliyorsa o tip ülkelerde de fakirlik, hukuksuzluk, kargaşaya bağlı yaşam zorlukları sökün edip gidiyor.

Hâlbuki Allah, yarattığı her bir ırka, kabileye farklı meziyetler ve yetenekler vermiş. Dünyaya biraz farklı gözlükle bakarsak görürüz ki, Türkleri at binme, kılıç kuşanma, savaş teknikleri konularında mahir kılan Yaradan, Ermeni’ye ince el zanaatlarını, Roman’a demir işlemeyi, Yahudi’ye ticareti, Japon’a, Çinli’ye, Hintli’ye ileri teknolojiyi, Hollandalı’ya Alman’a ve İsviçreli’ye tarım ve hayvancılığı, Norveç ve Fillandiya’ya balıkçılığı, Afrikalı’ya kas kuvvetini ve hızını ve daha pek çok küçük ve büyük ölçekli ırk ve kabileye farklı yetenekler lütfetmiş.  Bu yetenekler öyle yetenekler ki, tüm ırk ve kabileleri daha iyi yaşam koşulları için bir şekilde birbirini tanımaya bilmeye ve birlikte yaşamaya, barış ve huzur içinde ticaret yapmaya mecbur kılıyor.

Kuran’ı Kerim’in Hucurat Suresi 13. Ayetinde Allah’ımız aslında insanlığı tam da bu konuda uyarıyor. “…birbirinizle tanışmanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli ve en üstününüz O’nun istediği gibi yaşayanınızdır” Bu ayet yukarıda arz ettiğim tecrübelerimle tefekkür edildiğinde, bugün, adı hukukun üstünlüğü olarak tarif edilebilecek şekilde bir sisteme sahip olmak, hiçbir şahsın, sülalenin, kabilenin, ırkın hukukun üstünde olmadığı bir anayasal hukuk düzenini sağlamak aslında dini bir emirdir de.

Aslında bundan yaklaşık 250 yıl öncesine kadar devletlerde ırklara dayalı bir tanım ya da bir ayırım söz konusu değildi. Örneğin Osmanlı Devletinde bir etnik kimlik davası güdülmesi 250 yıl önce düşünülemezdi bile. Ne olduysa Fransa’da 1789 yılındaki devrimden sonra oldu ve devrimin Milliyetçilik akımını ve Yakınçağ ‘ı başlatmasıyla Avrupa ve dünya tarihinde büyük bir dönüm noktası oldu. Bu akımdan ilk etkilenen devlet de çok kültürlü çok milletli Osmanlı oldu ve 1804 yılında Sırp isyanıyla başlayıp bölgemizdeki ulus devletlerin kurulması 20.Yüzyıla kadar sürdü.

Şahsen, Merhum Mehmet Akif’in o döneme ilişkin kahrolarak yazdığı şiirin, bugün samimi milliyetçilik hissiyatı altında ama bal gibi ırk ve bazen din milliyetçiliğine uzanan tavırlara bir tepki örneği olarak tüm gençlerimize ezberletilmesi gereğine inanıyorum:

Ne Araplık ne de Türklük kalacak aç gözünü!
Dinle Peygamber-i Zîşân´ın İlâhî sözünü.

Türk Arapsız yaşamaz, kim ki ’ yaşar’ der delidir,
Arab’ ın, Türk ise hem sağ gözü, hem sağ elidir.

Hadi biraz da güncel olsun deyip, bu şiirdeki Arab’ın yerine Kürd’ü koyuverelim. Vesselam.

Bir Yorum Yazın

Ziyaretçi Yorumları - 0 Yorum

Henüz yorum yapılmamış.

error: Kopyalama Yasak
×