Çocukluğumuzun TRT ekranı, aslında bir televizyon değil; bir zaman makinesiydi. Akşam olunca evin en sessiz odasında, üzerinde dantel örtüsü olan tahta televizyon sehpasının tepesinde gözlerini bize çevirirdi. Antenin yönü biraz kayarsa görüntü karlardı, babamız “kıpırdama, orada dur!” diye seslenirdi. Çünkü az sonra ya Heidi Alp Dağları’nda dedesinin koyunlarını güdecekti, ya da Red Kit, Dalton kardeşleri bir kez daha hapse gönderecekti.
Ama televizyonun tadı sadece görüntüsünde değil, kokusundaydı da… Sobanın üstünde patlayan mısırın çıtırtısı, ekrandaki kovalamacaların fon müziği gibiydi. Bazen soba gözüne konmuş maşingadan çıkan köz kokusuyla haşlanmış kuru mısır yerdik. Kış gecelerinde ise annemiz, közün içinde patates gömerdi; diziler başladığında patatesler közün altında kızarmış, “kumpir” olmuş şekilde çıkar, elimizi yakarak soyduğumuz kabuklarından buharı tüterdi.
TRT tek kanaldı ama gönüllerimizde koskoca bir evrendi. Cumartesi akşamları “Uzay Yolu” açıldığında evimizdeki odalar birden yıldızlarla dolardı. Spock’un kaş kaldırışı bile, bizim için bilim kurgu değil, uzayın kendisiydi. Ardından Zorro çıkar, siyah maskesiyle adalet dağıtırdı; biz ise yatağımıza maskesiz ama kahramanlık hayalleriyle giderdik.
Pazar sabahları çizgi filmler ayrı bir şenlikti. Pembe Panter’in müziğiyle uyanır, Temel Reis’in ıspanağına bakıp tabağımızdaki pazıyı ıspanak sanırdık. Arı Maya bize dostluğu, Şirinler ise imeceyi öğretti. Voltran birleştiğinde apartmandaki tüm çocukların kalbi aynı anda hızla çarpardı: “Form Voltran!”
Yerli dizilerde ise bambaşka bir sıcaklık vardı. Perihan Abla, mahallenin ablasıydı; Kuruntu Ailesi bizim evden pek farklı değildi; Kaynanalar’ın Nuri Kantar’ı ise sanki karşı komşuydu. TRT, bize sadece dizi izletmedi, bir arada gülmeyi ve aynı anda aynı şeye inanmayı da öğretti.
Bugün yüzlerce kanal, binlerce dizi var ama o eski ekranın tekliği yok. Belki de o yüzden, çocukluğumuzun TRT’si hâlâ kalbimizde en renkli haliyle siyah-beyaz yanıyor.