Türkiye’de ülkücülük denildiğinde akla ilk gelen kavram, hiç şüphesiz “Türk-İslam Ülküsü”dür. Merhum Alparslan Türkeş’in hem siyasi hem fikrî liderliğinde şekillenen bu anlayış, Türklüğü ve İslam’ı ayrılmaz bir bütün olarak görüyordu. “Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslüman” sloganı, bu bütünleşmenin veciz bir ifadesiydi.
Ne var ki günümüzde ülkücü hareketin içinde farklı damarların öne çıktığını görüyoruz. Bir grup, “Bizim İslam’la ilgili bir duruşumuz yok, Müslüman ülkelerde olanlar bizi pek ilgilendirmiyor” diyerek daha seküler bir Türkçü çizgiye kayıyor. Bir diğer grup, Türklüğü ön plana çıkaran fakat İslam’a yalnızca kültürel bağlarla yaklaşan bir tavır sergiliyor. Klasik ülkücü çizgide kalanlar ise hâlâ hem Türklüğü hem İslam’ı aynı potada eritmeye devam ediyor.
Aslında bu ayrışmanın kökleri yeni değil. Türkeş’in sağlığında da düşünce farklılıkları vardı; kimi ülkücüler daha Türkçü, kimileri daha muhafazakâr eğilimliydi. Fakat Türkeş’in karizmatik liderliği, bu farklılıkların çatışmaya dönüşmesini engelliyordu. Onun varlığı, camiayı tek yumruk tutan bir mıknatıs gibiydi.
1997’de Türkeş’in vefatıyla birlikte bu denge bozuldu. Liderlik boşluğu, siyasi hesaplar ve Türkiye’nin değişen siyasi iklimi, fikir ayrılıklarını kurumsal bölünmelere dönüştürdü. Bugün ülkücü taban farklı partilere dağılmış durumda:
MHP, Türk-İslam Ülküsü çizgisini sürdürürken devletin bekasına vurgu yapıyor.
İYİ Parti, daha seküler ve merkez sağa yakın bir milliyetçilik çizgisine yönelmiş durumda.
Zafer Partisi ve bağımsız Türkçü gruplar, daha sert ve etnik vurguya dayalı bir söylem üretiyor.
Bir kısım ülkücüler ise AK Parti ve muhafazakâr hareketlere eklemlenerek İslam’ı merkeze alan bir yol tutuyor.
Bugün karşımızda “ülkücü camia” dediğimizde aslında tek ses değil, çok sesli bir tablo çıkıyor. Kimine göre bu zenginlik, kimine göre dağınıklık. Ancak şu açık: Türkeş döneminde düşüncede kalan ayrışma, onun vefatından sonra siyasette ve örgütlenmede ete kemiğe büründü.
Belki de en kritik soru şu: Ülkücü hareket, yeniden tek yumruk olabilir mi? Yoksa Türkiye’nin toplumsal ve siyasi dönüşümü, ülkücülüğü kalıcı biçimde farklı damarlara mı ayırdı?